Ana içeriğe atla

9-Burgazada

9

Burgazada

Gün doğmadan kalktılar ve yola çıkmadan önce birlikte kahvaltı yaptılar. Onu kaçıran ve öldürmekle tehdit eden biriyle arkadaşmışçasına hareket etmesi, Aden'e bu işin gittikçe daha anlaşılmaz bir hal aldığını hissettiriyordu. Kahvaltıdan sonra hiç zaman kaybetmeden yola çıktılar. Evden ayrıldıklarında hava henüz aydınlanmamıştı; ağaçlık yolda önünü doğru düzgün göremiyor, yürümekte zorlanıyordu.

"Vapura mı bineceğiz?" diye sordu Aden.

"Çok soru sormaman hakkında seni uyarmıştım." İstanbul sinirli bir şekilde başını sağa sola salladı. "Sandalla Burgazada'ya geçip ada vapuruna bineceğiz." Aden aldığı cevap üzerine duraksadı. Vapura binmekten bahseden birinin vapurun durmadığı adayı seçmesi canını sıkmıştı. Bekçi günde bir kez saat 10.00'da uğradığını söylemişti.

"Biraz hızlı yürür müsün?" diye uyardı İstanbul. Aden dediğini yapıp hızlandı.

Sandal zaten çok uzakta değildi, hemen ulaştılar. İstanbul sırtını Burgazada'ya verip hızlı hızlı kürek çekmeye başladı. Adalar birbirine çok yakındı. Ulaşmaları on dakika bile sürmedi. Kıyıya yaklaştıklarında sandalı vapurun yanaşacağı iskeleden farklı bir yöne çevirdi. Aden onun ne yapmaya çalıştığını anlayamadı. İstanbul bir süre daha adaya paralel ilerledikten sonra kıyıya yanaştı. Kendisi indikten sonra şaşırtıcı bir centilmenlikle Aden'e yardım etti.

İstanbul'un ne gibi bir numara çevirdiğini anlamaya çalışan Aden kıyıya ayak basar basmaz endişeli gözlerle onları bekleyen biri var mı diye etrafı taradı. Kimse yoktu, herhangi bir sürprize rastlamadı. İstanbul vapuru beklemek için iki buçuk saat önceden gelmesi mümkün değildi. O vapura binmeyi hiç düşünmüyordu. Peki ya ne yapacaktı? 'Belki balıkçı teknelerinden birini çalmayı kafaya koymuş olabilir' diye düşündü.

Aden iskeleye doğru hareketlendiğinde İstanbul sert bir şekilde kolundan tutup, "Sakın elimin altından uzaklaşma," diye uyardı. "Beni anladın mı? Kaçmayı aklından bile geçirme."

"Ne diye kolumdan tutuyorsun ki biz iskeleye gidip vapur beklemeyecek miyiz? "

"Ben ne diyorsam onu yapacaksın." Gömleğini yukarı kaldırıp belindeki silahı gösterdi. "Bir arıza çıkarırsan çok kötü şeyler olur. Bu taraftan gideceğiz."

Belindeki silahı göstererek onu tehdit etmesi bardağı taşıran son damla oldu. Bu zorba adam artık Aden'in hiç umurunda değildi, ne pahasına olursa olsun kaçıp ondan kurtulacaktı. Zaten bunu yapmak zorundaydı. Hayatta olduğunu annesine bir an önce bildiremezse kadıncağıza bir şey olacak diye yüreği ağzına geliyordu; belki de geç bile kalmıştı. Alacakaranlıkta yürürken gözü polis arıyor, resmi kıyafetli birilerini göreyim diye dualar ediyordu. Küçük bir kalabalık görse çığlık çığlığa yardım istemeyi kafaya koymuştu; ne var ki depremde yerle bir olan ve resmen terk edilmiş durumdaki Burgazada'da bırakın polisi insan görmek bile mümkün değildi.

"Burası tam aradığım gibi bir yer," diyen İstanbul, Burgazada'nın yıkılmış halini çok sevdiğinden bahsetti. Ona göre burası kurtarılmış bölge oluşturmak için çok idealdi.

Bunları anlatırken Aden epey uzak bir mesafeden iki kişinin onlara doğru geldiğini görünce heyecana kapıldı. İstanbul ayrı bir âlemdeydi ve gelenleri fark etmemişti. Aden heyecanını bastırıp kendini toparladı ve onu dinliyormuş gibi yaptı. Gelenleri görmemesi için yavaşlayarak onun birkaç metre gerisinde kaldı.

İstanbul durup geriye döndü. "Ne oldu, neden yavaşladın?"

"Burayı öyle bir anlatıyorsun ki duyan cennet zanneder." Eliyle arkalarındaki yıkılan evi göstererek, "Şu enkaza bakar mısın?" dedi. "Adada her yer yıkılmış evlerle dolu. Buranın cehennemden farkı yok."

"Yıkılmış hallerinden zarar gelmez," diye karşılık verdi. "Fay kırığının tam üstünde olması adayı cazip kılıyor. Bundan sonra kimse buraya ev yapmak istemez, isteyen olsa bile inşaat izni alabileceğini zannetmiyorum. Bence ada tümüyle imara kapalı alan ilan edilecek."

Aden sorular soruyor, yanıt verirken bitirmesine fırsat vermeden yeni sorularla onu oyalıyordu. Amacı gelenler iyice yaklaşana kadar İstanbul'un sırtının onlara dönük kalmasını sağlamaktı. İstanbul, doğal bir kurtarılmış bölge olarak tasvir ettiği Burgazada'da kurabilecekleri alternatif yaşamı öyle bir şevkle anlatıyordu ki Aden bu ütopyadan ciddi anlamda etkilendiğini fark etti. Canı burnundayken duyduklarından etkilenmesi hiç normal değildi, kendisine şaşırıyordu. Bunu kendisinin de çok istediğini, hatta yeni bir hayata İstanbul'dan daha fazla ihtiyacı olduğunu anlamaya başlamıştı.

Aden fırsatını bulunca bir iki saniyeliğine dönüp arkasına baktı. Gelenler resmi üniformalı polisti, üstelik epey yaklaşmışlardı. 'Kurtuldum! Ama sevincimi belli etmemeliyim, bu dengesizin ne yapacağı hiç belli olmaz' diye aklından geçirdi. 'Acaba o polisler onunla baş edebilirler mi?' İstanbul güçlüydü, ikisinin de hakkından gelebilir diye korkuyordu. Bu endişeleri kafasından uzaklaştırıp ne zaman harekete geçmesi gerektiğini hesaplamaya çalıştı. Mesafe hâlâ çok uzaktı, bağırsa duyulmayabilirdi. Bu riski göze alamazdı, yapacağı en ufak bir hatada işi biterdi. İstanbul'a karşı koyacak güçte değildi, hemen ağzını kapayıp zorla geri götürüp... Ona neler yapabileceğini düşünmek bile istemedi. Adamlar yeterince yaklaşana kadar sabırla bekleyecek, işini şansa bırakmayacaktı.

'Silahlı çatışma bile çıkabilir' diye düşünürken farkında olmadan nefesini sıkıntıyla verdi. Hareketlerinden huylanan İstanbul delici bakışlarını üzerinde yoğunlaştırdığında Aden açık verdiğini anlayarak korkudan titredi.

"Ne var bir şey mi oldu?" dedi İstanbul. "Sen neden tedirginsin?"

Bir cevap veremedi, bu kadar krize gireceğini kendisi de tahmin edememişti. Bir şey söylese sesi titreyecek, olay daha da anlaşılacaktı. Endişeli hareketlerle etrafı kolaçan etmeye başlayan İstanbul arkasına dönmeye niyetlendiği anda Aden, "Tuvaletim geldi," diyerek dikkatini dağıtmaya çalıştı. "Şuradaki ağaçlık sanırım işimi görür."

"Dur bakalım." Daha bir adım atmıştı ki İstanbul onu kolundan yakalayıp durdurdu. "Hadi yürü, geri dönüyoruz. Senin niyetin anlaşıldı."

"Ne? Galiba beni yanlış anladın," diyerek rol yapmaya devam etti Aden. "Çok sıkıştım, dur lütfen... Ah kolum!" diye inledi Aden. İstanbul, polisleri görmüş olmalıydı. Aden'in kolunu sıkarak delik deşik etmek istercesine parmaklarını etine batırmasının başka bir anlamı olamazdı. "Bırak, tamam. Tuvalete gitmesem de olur. Dur. Dursana ya. Neden geri dönüyoruz?"

Polisler onları görebilecek mesafedeydiler. Onu biraz daha oyalaması yeterli olacaktı.

"Geri dönüyoruz, uzatma."

İstanbul belli etmemeye çalışsa da Aden onun polisleri gördüğünden artık emindi. Daha fazla bekleyemezdi. "İmdat yardım edin!" diye avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı.

İstanbul eliyle onun ağzını kapatmaya çalışırken, "Kes sesini Aden!" diye bağırdı. "Ne yaptığını sanıyorsun?"

Polisler düdük çalarak onlara doğru koşmaya başladı. "Dur, yoksa ateş ederim," diye bağırdı o ana kadar hiç görünmeyen nöbetçi asker. Aden'in imdat çağrısına kontrol noktasındaki asker de karşılık vermişti.

"Hay ben böyle işin... Bunlar da nereden çıktı? Hadi, yürü!" diye bağırıp Aden'i sandalın olduğu yere doğru sürüklemeye başladığında ne yapacağını bilemez bir haldeydi.

"Benim ancak ölümü götürürsün," diye bağırdı Aden ve elinden kurtulmak için tüm gücüyle çırpınmaya başladı.

Onu yerde sürükleyerek nöbetçi askerin görüş mesafesinden uzaklaştırdıktan sonra aniden durdu ve belinden silahını çıkarıp, "Bunu sen istedin," diyerek namluyu Aden'in başına dayadı.

Yüreği ağzına gelen Aden çığlık çığlığa bağırmayı bıraktı ve çaresizlikten önünde diz çöküp, ağlayarak onu öldürmemesi için yalvarmaya başladı. "Lütfen bırak gideyim..."

"Kapa çeneni. Her şeyi berbat ettin. Seni şimdiye kadar çoktan öldürmeliydim."

İstanbul gözlerini kapatıp dişlerini sıktı. Aden eyvah tetiğe bastı basacak diye korku dolu anlar yaşarken, İstanbul gözlerini açıp başını yana çevirdi ve silahı indirdi. Aden insanı ölmekten beter eden bu korkunç anı üst üste birkaç kez daha yaşadı. Her defasında silahı ileri doğru ittirip onu korkudan ölecek hale getirdikten sonra vazgeçti.

Elinden tutup sürükleyerek götürmeye çalıştığında artık çok geçti, polisler iyice yaklaşmışlardı. Diğer elinde tuttuğu silahın namlusunu onlara doğrultup yavaşlamalarını sağladı. Polislerin temkinli adımlarla takip etmeyi seçmesi ve müdahalede bulunmaktan çekinmesi Aden'i çileden çıkardı. "İmdat! Yardım edin. Yalvarırım kurtarın beni," diye tüm gücüyle bağırdı.

Peşindekileri hızlandırmaya çalışması İstanbul'un sabrını taşırdı. Namluyu Aden'e çevirip, "Sus artık baş belası, sus," diye bağırdı. "Bunu yapmaya beni zorlama."

Artık Aden korkmuyordu; çünkü İstanbul onu bırakmak zorunda olduğunu anlamış gibiydi. İlk defa bu kadar çaresiz görünüyordu. Sırtından hançerlenmişçesine tiksinerek bakıyordu Aden'in gözlerinin içine.

İstanbul elini onun elinden usulca çekti ve "Buraya kadarmış," dedi.

Kurtulduğuna sevineceğine, ona ihanet etmiş gibi hissediyordu Aden. Af dilercesine, "Mecburdum," diye açıklama yapmaya çalıştı. Sonra da İstanbul'u itip, "Hadi, acele et! Geliyorlar, kaçmalısın," diye bağırdı.

İstanbul silahını bir kez daha onlara doğrultup durmaları konusunda uyardı, dinlemediklerini görünce de havaya ateş etmeye başladı. Kendilerini sağa sola atıp kaçışan polisler karşılık vermediler. Öldürmek için ateş etmeyen İstanbul tüm mermileri bitirdikten sonra silahı denize fırlattı ve bunu bana yapmayacaktın dercesine Aden'e son bir bakış atıp sandala doğru yürümeye başladı.

Aden kendisinden hiç beklemediği bir şey yaptı ve peşinden koşup, kolundan yakalayarak onu durdurdu. "Sözümü tutacak ve kimliğini kimseye ifşa etmeyeceğim." İstanbul sırtı dönük, kısa bir süre düşündükten sonra bir şey söyleyecek gibi oldu; ama son anda vazgeçti. Aden devam etti. "Sakın merak etme. Polisler dâhil hiç kimseye, aileme bile, beni kaçırdığını söylemeyeceğim."

Aden'in söylediklerinin her kelimesini dikkatle dinleyen İstanbul yüzüne bile bakmadan, "Artık ne yapacağını ya da kime ne anlatacağını umursamıyorum," dedi.

"Ben umursuyorum kahrolası," diye bağırdı Aden. "Anlamıyor musun? Benim umurumdasın. Yemin ederim ki senden hiç kimsenin haberi olmayacak."

Polislerin saklandıkları yerden çıkıp harekete geçtiklerini görünce Aden'i itti ve koşarak sandala atladı. Kürek çekmeye başladıktan kısa süre sonra alacakaranlığın içinde kayboldu.

Adamlar Aden'i şaşırtmışlardı. Üstlerindeki özel güvenlikçi üniformasıydı ve silahlı değillerdi. Demek bu yüzden müdahale etmediler diye aklından geçirdi. "Ben sizi polis zannetmiştim."

"Bir şey değil," dedi kasıntılı bir tavırla gözlüklü güvenlikçi. "Hayatını kurtardığımız için farklı bir teşekkür tarzın varmış."

"Afedersiniz öyle demek istememiştim. Size minnettarım. Ben sadece resmi kimliğinizi anlamaya çalıştım."

"Bizim artık polisten farkımız kalmadı. Depremden sonra İstanbul'da olağanüstü hâl ilan edildiğinden haberin yok herhalde. Yağmacılarla mücadele edebilmek adına valilik tarafından bize geniş yetkiler verildi. Bu nedenle devriye görevindeydik. Neyse bizim şirket binasının hemen yanında polis noktası var. Oraya götürelim sizi."

"Tamam, gidelim ama ben kimseden şikâyetçi değilim."

Birbirlerine baktılar. Şikayetçi olmadığını bu kadar ani ve ezbere söylemiş olmasına şaşırmışlardı. Farklı bir durum olduğu ortadaydı. "Ne demek şikayetçi değilim?" dedi gözlüklü olan. "Hem sen olmasan bile biz şikâyetçiyiz o şerefsizden, adam bizim canımıza kast etti. Neyse polis merkezine gidelim de orada memur arkadaşlara ifade verirken ne diyeceksen dersin. Hem onlardan şehre dönmen için sana yardımcı olmalarını da isteriz."

"Teşekkür ederim."

Polis merkezine giderken cep telefonları olup olmadığını sordu, artık ailesiyle bir an önce konuşmak istiyordu.

"Adadaki baz istasyonları depremden beri çalışmıyor," dedi gözlüklü olan. "Merak etme. Karakolda sabit hattan arayıp konuşmana izin verirler."

İşin içine polisin girecek olması Aden'i çok kaygılandırıyordu. İstanbul hakkında soruşturma başlatılmasına sebep olmamak için nasıl ifade vermesi gerektiğini iyi biliyordu, tüm olayları İstanbul'a zarar vermeyecek şekilde anlatacaktı. Adanın iç taraflarına yürürken onu soru yağmuruna tuttular. Başına gelenleri merak ediyorlardı. Onu kaçıran adamı tanımadığını söyledi. Ankara'ya akrabalarının yanına giderken otogarda bayıltılıp kaçırılmıştı.

"Otogar mı kaldı?" diye sorduklarında yalanı ortaya çıkacak diye panikledi.

"Otogar enkazında demek istemiştim. Gözlerimi açtığımda bu adadaydım. Adamın amacı neydi anlamadım, bana çok iyi davrandı. Kaçırmak dışında bir şeye yeltenmedi."

"Ama silahı vardı," dedi sakallı olanı. "Bize ateş etti ve neredeyse öldürecekti. Adam kaçırma ve cinayete teşebbüsten en az yirmi yıl yer."

"Aslında siz onu yanlış anladınız. Yani olay öyle olmadı ki onun sizi öldürmek gibi bir kastı yoktu. Zaten ateş ederken namlunun ucu havaya dönüktü. Tüm amacı sizi korkutmaktı."

"Sen neden onu koruyorsun?" diye çıkıştı gözlüklü. "Yoksa onu tanıyor muydun?"

"Hayır, o pisliği tanımadığımı söyledim ya. Onu hayatımda ilk kez gördüm, hatta karanlıkta yüzünü tam olarak göremedim bile. Tarif et deseler edemem yani." Sürekli yalan uydurmak zorunda kaldığından tutuk konuşuyordu. Onu kaçıran, denize atıp boğulmasını seyreden, silah doğrultup öldürmekle tehdit eden bir zorbanın avukatı kesildiğine inanamıyordu; fakat asıl mesele başkaydı. Aden onlarda bir gariplik sezmeye başlamıştı. Sürekli fısıldaşıyor, sanki aralarında bir şeyi tartışıyorlardı ve bu Aden'in çelişkili beyanları hakkında değildi. Bir kere bu ikisi hiç tekin tipler değildi. Adanın içlerinde tenha ve karanlık bir ara sokağa girdiklerinde tedirginliği had safhaya çıktı. Korku dolu gözlerle etrafı inceliyordu. "Beni neden buraya getirdiniz?"

Sakallı olanı yılışık bir gülüşle, "Nesi varmış buranın?" diye karşılık verdi.

Adamın ses tonu ve söyledikleri hiç hoşuna gitmedi. "Hani karakol nerede?"

Saçma cevaplarla onu oyalamaya çalışıyorlardı. Niyetlerinin kötü olduğunu anlamıştı, onlara daha fazla güvenemezdi. Yavaşça geri geri yürümeye başladı. İkisini de dikkatli bir şekilde takip ediyor, hiçbir hareketlerini kaçırmamaya çalışıyordu. Aralarındaki mesafe artmıştı, geriye dönüp tüm gücüyle koşmaya hazırlanırken sırtı enkaz parçalarının soğukluğuyla buluşunca mahvolduğunu anladı. Kapana kısılmıştı, kaçacak yer yoktu, ellerindeydi.

"Ne oldu bebeğim? Korkmuş gibi bir halin var," diyen sakallı; işaret parmağının ucunu Aden'in yüzünde gezdirdi.

Aden ürpererek keşke bu kötü bir rüya olsaydı diye düşündü. Ne var ki gördüğü rüya değil kâbusun ta kendisiydi. Kurtulmalıydı bu adamlardan, hızlıca koşarak aralarından geçerse belki başarabilirdi. Bunu hemen denemeliydi, başka çaresi yoktu, aksi halde bu iki adamın iğrenç emellerinin kurbanı olacaktı.

Ne var ki daha bir adım atamadan gözlüklü olan önüne dikildi. "Tatlım, acelen mi var?" dedi. "Hemen öyle nereye gidiyorsun?"

Eli ayağı buz kesmişti. "Ben sadece..." Korku içinde ağlamaya başladı.

"Biliyorsun, her yer yağmacı kaynıyor," dedi dalga geçen bir sesle. "Bizim güvenli kollarımızda güneşin doğmasını beklersen pişman olmazsın."

Onlara karşı tamamen savunmasızdı. "Şey unutmayın, asker az önce bizi gördü. Bırakın, gideyim. Yoksa sizin için hiç iyi olmaz."

"Ha, demek o asker bizi gördü ve seni bırakırsak kimseye bir şey söylemezsin, öyle mi?"

"Yemin ederim söylemem."

"Demek öyle. Sen ne dersin Hamza? Bak, yemin bile ediyor."

"Bana kalırsa asker konusunda doğru söylüyor. Geri dönülmez bir yola girdik. İşimiz bitince onu ortadan kaldırmamız gerekebilir."

"Öyle deme Hamza. Eğer bizi memnun ederse neden sonrası için de saklamayalım?"

Kaçmaya çalışınca kolundan tutup kendisine çekti. "Yoksa bir yere mi gidiyordun? Çok yazık. Ne güzel laflıyorduk. Konuşacak daha çok şeyimiz vardı."

Eliyle Aden'in kalçasını sıkmaya başladı. "Dokunma bana pislik." Diğeri hayvani bir açlıkla genç kadının göğüslerini avuçladı. "Lütfen bırakın gideyim." Bir anlığına ellerinden kurtuldu ve caddeye doğru tüm gücüyle koşmaya başladı ama gözyaşlarından hiçbir şey göremediği için hızlı gidemiyordu. Zaten gözlüklü hiç zorlanmadan ona yetişti ve saçından yakalayarak durdurdu. Sonra onu kendine doğru sertçe çekti ve elini tutup cinsel organına götürmeye çalıştı.

"Çok azdım tatlım. Biraz el atsan iyi olur."

"Beni hemen bırak, yoksa çok kötü olacak."

"Hamza duydun mu? Bizi tehdit ediyor."

"Duydum abi ve çok kırıldım," dedi sakallı olan. Yanlarına gelip Aden'i kolundan tuttu ve kendisine döndürdü. "Hiç yakışıyor mu senin gibi bir çıtıra böyle laflar. Bak tatlım, bizi eğlendirmeden hiçbir yere gidemezsin. Boşuna mı kurtardık lan seni o adamdan?"

Aden sırf onları korkutmak amacıyla, "Babam polis," diye yalan söyledi. "Kötü bir şey yaparsanız sizi asla sağ bırakmaz. Beni hemen bırakırsanız her şeyi unutabilirim. Hem zaten hiçbir şey olmadı ki yalvarırım bırakın gideyim."

"Demek bizi korkutacağını sandın. Şöyle anlatayım tatlım, burada polisin değil, bizim borumuz ötüyor." Bir kahkaha attı. "Yani ne istersek yapacaksın."

Kapana kısılmıştı. "Lütfen, biri yardım etsin," diye bağırdı. "Yalvarırım yardım edin."

"Ben senin ağzını kapatmasını bilirim," dedi sakallı ve fermuarını açmaya yeltendi.

Dizlerinin bağının çözüldüğü korkunç bir andı. Tir tir titriyordu Aden.

"Dur!" dedi gözlüklü olan. "Burada olmaz."

"İmdat! Yardım edin. Yalvarırım, kurtarın beni."

"Boşuna çeneni yorma," dedi sakallı ve saçından tutarak sürüklemeye başladı. "Sen gel bakayım benimle."

Aden bu iki gözü dönmüşe yem olmak üzereydi. "Hayır, yalvarırım, lütfen yapmayın."

Gözlüklü yanına geldi ve gözlerinin içine bakıp, "Az dişini sıksan geçer," dedi. Sonra da birbirlerine bakıp gülüştüler.

Bir taraftan ağlıyor, bir taraftan da sesini birilerine duyurabilmek için tüm gücüyle bağırıyordu. Sokağın en ücra yerindeki enkazın arkasına götürüp sırtüstü yatırdılar. Gözlüklü olan bir eliyle çenesinden sıkıca tutuyor, diğer eliyle de ağzını kapamaya çalışıyordu. Öpmek isteyince onu ısırdı Aden ve gözlüklerine tükürüp görüşünü engelledi. Böylece yardım çığlıkları atmak için kazandığı birkaç saniyede tüm gücüyle, "İmdat, yardım edin," diye umutsuzca bağırdı.

Sakallı, diğerini kenara itip bir kahkaha attı ve tüm ağırlığını vererek Aden'in üzerine abandı. "Seni gidi seni, demek oyun oynamak istiyorsun ha." Aden'in pantolonunu çıkarmaya çalışırken ağzı ağzındaydı. Aden onun yüzünü cırmalayarak engellemeyi başarınca adam geri çekilip, "Şunun kollarını tut abi, kıpraşmasın," diye bağırdı. Tekrar üzerine abandı. Nefesinin tonu değişmiş, korkunç bir hale gelmişti. Ağzını yalayıp, dudaklarını koparırcasına ısırmaya başladı. Bu diğerine göre çok daha güçlüydü. Aden gözyaşları içinde yardım bekliyor, dualar edip Allah'a yakarıyordu. Aden'in pantolonunu tek eliyle çıkartmakta zorlanınca öpmeyi bırakıp doğruldu ve iki eliyle kızın kemerini çözmeye başladı. Aden tüm gücüyle karşı koymaya çalışıyordu ancak çırpınışları ona zaman kazandırmaktan başka bir işe yaramıyordu. Bağırıp karşı koymayı bırakması için Aden'e üst üste tokat attı.

Aden'in takati kalmamıştı, kendini bırakmak üzereydi ki uzaklardan bir yerden İstanbul'un sesini duydu. "Aden neredesin?"

"Kim lan bu?" diye sordu gözlüklü.

"İstanbul, buradayım. Yalvarırım yardım et, kurtar beni."

"Kapat şunun ağzını."

Çığlıklarını duyan İstanbul tüm gücüyle bağırdı: "Adeeeeeeeeen."

Onlara doğru yaklaştığını anlayınca gözlüklü, Aden'in kollarını tutmayı bıraktı ve ayağa kalkıp İstanbul'un karşısına dikildi. "Gene mi sen?" diye bağırdı İstanbul'a. "Kendi işine bak. Bu mevzuya karışırsan pişman olursun."

"Lütfen kurtar beni," diye yalvardı Aden.

"Bırakın lan kızı," diye bağırmasıyla adamın üstüne atlaması bir oldu.

Onlar boğuşurlarken diğeri arkadaşına yardım etmek için Aden'i bırakıp ayağa kalkmaya yeltendi. Aden avuçlarını asfalta yaslayıp aldığı güçle sakallının hayalarına tekmeyi öyle bir yapıştırdı ki "Ah!" diye inleyen adam iki büklüm oldu. "Yandım anam," diye kıvranıyor, "Ulan orospu ben şimdi seni öldürmez miyim?" diye tehditler savurmaktan da geri kalmıyordu.

İstanbul bir taraftan gözlüklü olanla mücadele ediyor, diğer taraftan da Aden'in üstüne yürüyen sakallıya, "Bırak lan o kızı, yoksa seni öldürürüm," diye bağırıp durdurmaya çalışıyordu.

Aden ayağa kalktığında kemerini bile düzeltemeden yerdeki parke taşını aldı ve iki eliyle sıkıca tuttuğu taşı hiç beklemeden tüm gücüyle sakallı olana doğru fırlattı. "Küt!" diye ses geldi. Taş kafasına isabet etmişti. O sırada İstanbul diğerinin işini bitirip Aden'in yanına geldi ve onu kollarının arasına alıp sarıldı. Sonra da arkasına geçmesini istedi. Gözyaşlarını silip yerden bir taş daha aldı Aden. İkisi bir olup İstanbul'a saldırırlarsa o da tüm gücüyle kafalarına vuracaktı elindeki taşla; ama adamlar hiçbir şey yapacak halde değillerdi, adım atmakta bile zorlanıyorlardı.

Birbirlerine destek olup karanlığın içine doğru sıvışırlarken İstanbul peşlerinden gitmeye yeltendi. Aden onun kolundan tutup durmasını istedi. "Bırak gitsinler. Beni burada yalnız bırakma, korkuyorum."

İstanbul gitmekten vazgeçip onun yanında kaldı. Hıçkırıklara boğulan Aden biraz ağladıktan sonra kendini toparlamaya başladı ve "Neden döndün?" diye sordu.

"Adamlardan huylanmıştım. Polis olmadıkları belliydi, bana ateş açmadılar. O asker olmasaydı işlerini orada bitirecektim. Sizi takip edip uygun bir yerde karşınıza çıkmayı planladım ama izinizi kaybettim. Tam geri dönecekken sesini duydum. Peki, geç kaldım mı sana bir şey yaptılar mı?" Ağlamaktan cevap veremeyen Aden'in elini sımsıkı tuttu. "Söyle Aden, ne oldu burada? Sana bir şey ..."

"Hayır, yapamadılar. Sen gelmeseydin..."

"Tamam geçti, sakin ol."

"Gidelim buradan. Yalvarırım götür beni."

"Tamam, gideceğiz," dedi. "Ama önce biraz nefes alıp sakinleş."

Bir sigara yakıp Aden'in hıçkırığının geçmesini bekledi. Aden burnunu çekti, iki avcuyla yüzünü sertçe sildi, biraz olsun yatışmıştı. İstanbul eğilip gözlerinin içine baktı. "Şimdi nasılsın, daha iyisin ya." Onu sakinleştirmek için gülümsüyordu; ama Aden hâlâ olayın etkisindeydi ve ona her baktığında yüzü kızarıyordu.

"Hadi gidelim," dedi İstanbul ve yürümeye başladılar. "Sözümden çıkmanın ne demek olduğunu gördün," derken aniden durunca çarpıştılar. Düşmemesi için Aden'i omuzlarından tuttu. İstanbul yavaşça geri çekilirken öfke dolu delici bakışları Aden'in üzerindeydi. "Beni dinlemedin ve başına iş aldın," dedi. "Bunun bedelini fazlasıyla ödeyeceksin." 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

16-Takas Kütüphanesi

16 Takas Kütüphanesi Kısa zamanda parktaki insanlarla tanışıp kaynaştı ve arkadaşlarına ufak tefek dövmeler yapmaya başladı. Aden'in ilk denemelerinde iyi işler çıkardığını gören Merve, ücret karşılığında dövme yapmaya başlayabileceğini söyledi ve hangi modelleri yapabileceğini katalogdan tek tek gösterdi. Müşterilerin istediği modeller Aden'in yapabileceği tarzda değil ise Merve'ye haber veriyor, ustası akşamları çadıra gelip geç saatlerde de olsa o müşterilerin dövmesini yapıyordu. Ne var ki müşteri sayısı çok azdı, Aden hiç para kazanamıyordu. Parasızlık canına tak edince sabretmek zor gelmeye başlıyor, 'Buradaki insanların dövme yaptıracak hali mi kalmış, hangi akla hizmet bu işe girdim' diye kendine kızıyordu ama çadır kentte dövmecilik yapılmayacağını bile bile sırf mesleği öğrenmek için işe başlamıştı ve o anlamda işler tahmin ettiğinden daha iyi gidiyordu, çünkü öğreniyordu. İşinin en iyi tarafı ders çalışmasına engel olmamasıydı. Buna rağmen doğru düz

14-Çarpışma

14 Çarpışma Sosyal Tesisler, Gülhane Parkı Aden Sabahın erken saatlerinde çadırın fermuarını açıp Aden'i uyandırdı. "Günaydın uykucu." Oldukça dinç görünen Zeynep gülümsüyordu. "Günaydın," diye mırıldandı. Güne bu kadar erken başlamaya alışık değildi. "Çok erken değil mi?" "Acele etmeliyiz, birazdan kuyruk başlar." "Ne kuyruğu?" "Kahvaltı tabii ki hadi, biraz hızlı ol." Daha ilk sabahtan uyumsuz görünmemek adına ona hayır demedi ve uyku tulumundan çıktı. Kucağındaki defter ve kalem yere düşünce, "Ne kadar kalın bir defter," dedi Zeynep. "Ne var bunun içinde?" "Önemli şeyler değil." Aden defteri kitapların altına sıkıştırdıysa da Zeynep oradan çıkarıp eline aldı ve kapağını incelemeye başladı. "Günlük mü tutuyorsun?" "Hayır, günlük değil." "O zaman bakmamda sakınca yoktur herhalde." Aden onay verdiğini gösterircesine başını salladığında de

Yarım Adam Romanı Önsöz ve Arkakapak

YARIM ADAM (ARKA KAPAK) Binalardan kaçanların toplandığı Taksim Meydanı mahşer yeri gibiydi. Aden ve İstanbul kalabalığın arasında artçıların geçmesini bekliyorlardı. Kandilli Rasathanesi elli beş saniye süren depremin merkez üssünün İstanbul, şiddetinin yedi virgül beş olduğunu açıklamıştı. Tarihe 2 Nisan İstanbul depremi olarak geçecekti... Deprem modern dünyayı yerle bir ederken Aden'in uyutulduğu taştan beşiği devirdi. Vahşi doğa tarafından yıkılmış, binaları yangın alevlerince yutulmuş, ölümün kol gezdiği İstanbul'da gerçeğin karanlık yüzüne doğru yaptığı yolculuk onu dehşet verici yerlerden geçmek zorunda bıraksa da korkunç bir kâbustan uyanmasını sağladı. Ama hakikati yaşayabileceği yeni bir hayata gözlerini açtığının henüz farkında değildi; çünkü elli beş saniye; yaşadıklarını anlayabilmesi için çok kısa, kaosla tanışmanın şiddetine dayanabilmesi içinse çok uzundu. İstanbul sarsıcı bir filozof ve karanlık bir şairin bedeninde ete kemiğe büründü. O, özgürlük atmosf