Ana içeriğe atla

16-Takas Kütüphanesi

16

Takas Kütüphanesi

Kısa zamanda parktaki insanlarla tanışıp kaynaştı ve arkadaşlarına ufak tefek dövmeler yapmaya başladı. Aden'in ilk denemelerinde iyi işler çıkardığını gören Merve, ücret karşılığında dövme yapmaya başlayabileceğini söyledi ve hangi modelleri yapabileceğini katalogdan tek tek gösterdi. Müşterilerin istediği modeller Aden'in yapabileceği tarzda değil ise Merve'ye haber veriyor, ustası akşamları çadıra gelip geç saatlerde de olsa o müşterilerin dövmesini yapıyordu. Ne var ki müşteri sayısı çok azdı, Aden hiç para kazanamıyordu. Parasızlık canına tak edince sabretmek zor gelmeye başlıyor, 'Buradaki insanların dövme yaptıracak hali mi kalmış, hangi akla hizmet bu işe girdim' diye kendine kızıyordu ama çadır kentte dövmecilik yapılmayacağını bile bile sırf mesleği öğrenmek için işe başlamıştı ve o anlamda işler tahmin ettiğinden daha iyi gidiyordu, çünkü öğreniyordu.

İşinin en iyi tarafı ders çalışmasına engel olmamasıydı. Buna rağmen doğru düzgün ders çalışmıyordu tabii ceza dersi hariç. Bu dersin onun için önemi büyüktü. 'Acaba hukuk fakültesinde benden başka kaç öğrenci ceza hukukunu babasını hapislerde süründürmeyi hayal ederek öğrenmiştir," diye soruyordu kendine. Okula başlarken derdi adalet, eşitlik ve barışa katkı sağlamaktı; okulu bitirmesini motive eden şey ise babasından alacağı intikamdı. 'Mesleğe başladıktan sonraki halimi düşünemiyorum bile, sahi ben bunun için mi okuyorum?'

İşyerindeki boş zamanlarında ders çalışmaktan daha çok yazıyordu. Birkaç günlük aradan sonra Yoğurtçu Parkı'nda olduğu gibi burada da yazmaya başladı, üstelik daha bir açılmıştı sanki kalemi. Kitabındaki kahramanı kendisi gibi hukuk fakültesine değil edebiyat fakültesine giden çok yetenekli genç bir yazardı. İnternette yayınladığı kitabı tıklama rekorları kıran bir kahramandı. Aslında o, Aden'in alter egosuydu.

Akşama kadar hiç durmadan yazdıktan sonra başını kaldırıp, 'Şu halimi biri görse harıl harıl ders çalıştığımı sanacak,' diye gülümsedi ve bu kadar yeter diyerek defterini kapattı. Bunca şeye rağmen halen hayata gülümseyebilmesini sağlayan yazma tutkusu, Aden için dünyaya ve onun felaketlerine meydan okumaktı. Zaten her şeyini kaybetmişti, yazmak ona ne kaybettirebilirdi ki? Bundan sonra olabildiğince yazacaktı, bu konuda ne dersler ne de başka bir şey ona engel olabilirdi.

Akşamüzeri bitişikteki dayanışma çadırına gitti; zaten üç gündür oradan çıkmıyordu. Dayanışmada görev alan öğrencileri çok sevmişti. Zeynep geç geleceğini söyleyince akşam yemeğini sosyal tesislerde onlarla birlikte yedi. Mantı vardı, en sevdiği yemekti ve çok güzel yapmışlardı. Dışarı çıktıklarında neredeyse dönüp ikinci kez sıraya girecekti.

Arkadaşları ders çalışmak için müzeye gideceklerini söyleyince onlardan ayrıldı. Ertesi günkü sınava kendini hazır hissetmese de ders çalışmak istemiyordu. Kütüphaneye gitmek ve alternatif hayat dedikleri şeyin nasıl bir şey olduğunu görmek istedi. Kararlı adımlarla kütüphaneye yöneldi..

Merdivenin başladığı yerde büyük puntolarla "Takas Kütüphanesi" yazılıydı hemen altında da 'Kendimi kendim kaybettim, Kendim ister kendimi, kendime kendim gerekse, bula kendim kendimi' yazılıydı. Aden bu sözün anonim olduğunu biliyordu. Basamakları çıktı, tam içeri girecekken kapının üstündeki levha dikkatini çekti: "Kendini kendinle takas et, kendine dönüş," yazılıydı. İçini delicesine bir merak sardı. Yaklaşıp altındaki yazıyı okudu: "Dikkat! Eğer aklın başındaysa sakın içeri girme; burası gönlü başında olanların mekânıdır."

İçeri girdi. "Kim olmadığını bil." Salona doğru ilerledi. Burayı belirli aralıklarla duvarlara yerleştirilen mumlarla aydınlatıyorlardı. İçerisi loştu, gözlerini yakan sigara dumanı arasında insanları seçmekte zorlanıyordu. Kokudan rahatsız olunca istemsizce elini sallayarak dumanı dağıtmaya çalıştı. "Aç Gözünü." Sanki yazıları İstanbul onun için hazırlatmıştı. "Frekansını Bul." Yazının olduğu tarafa doğru yürüdü.

Salonun girişindeki ilk odanın kapısında "Ateşbaşı Yazarları" yazıyordu. Yaklaşıp içeriye göz attı. Oval ve büyük bir odaydı. Çok kalabalıktı, her bir köşesi yazıp çizen insanlarla doluydu. Şömine ateşinden yükselen alevler ve mumlardan başka bir aydınlatma aracı yoktu. Her yeri is kaplamıştı. Şöminenin yanında, yıkıntılardan toplayıp getirdikleri hemen anlaşılan tahta parçaları vardı. Demek ki enerjiden tasarruf etmek için bunları yakıyorlar diye düşündü.

Tekrar salonu incelemeye başladığında hiçbir ayrıntıyı kaçırmak istemediğinden çok dikkatli bir şekilde gözleriyle etrafı taradı. İç mekândaki şark köşeleri ince bir zevkle döşenmişti. Sedirler ve yer minderlerinde oturup, kadehlerinden şaraplarını yudumlayarak müzik dinleyen salaş giyimli insanlar vardı. Dünyadan el etek çekmeye yönelik bir tarikat beklerken, keyif dolu ve büyülü bir mekânla karşılaşmanın şaşkınlığı içindeydi.

Osmanlı'dan kalma mimari yapıların hepsinde olduğu gibi tavan oldukça yüksekti. Büyük pencere ve kapılar dikkat çekiciydi. Duvarı boydan boya kaplayan pencereler parkın birbirine bağlı havuzlarını, çiçek bahçelerini, patika yolunu ve dev ağaçlardan oluşan manzaranın neredeyse tamamını alabilecek kadar genişti. En az üç buçuk dört metre yükseklikte ve iki metre genişliğindeki çift kanatlı kapılar oldukça görkemliydi. Muhtemelen bir zamanlar kitap raflarının kapladığı duvarlar artık boydan boya yazı ve resimlerle doluydu, grafitiler rengârenkti.

Kapısında "Tutunamayanlar" yazan odada Selim, Olric ve Oğuz Atay resmedilmişti.

"Yabana Doğru" bu kapıdan içeri girdiğinde gördüklerine inanamadı. Odanın duvarında büyük puntolarla Into the Wild yazılıydı. Çok sevdiği bu filmin kahramanı Christopher sırt çantalı hali ile resmedilmişti. Resminin altında: "Özgürlüğü yaşamak için yollara düşen adam," yazıyordu.

Aden'in en çok ilgisini çeken ise "3 İdiots Amfisi" oldu. Amfinin duvarına üniversite öğrencisi Rancho resmedilmişti. Resmin altında: "Sistemin daima yarış üzerine kurulu olduğu ve herkesin en iyi olmaya çabaladığı bir okulda sistemi değiştirmeye çalışan diplomasız öğrenci," yazılıydı.

Başka bir odanın girişinde, "Ekolojik Köy Enstitüsü" yazıyordu. İçerde tarım ürünleri resmedilmişti. "İdeal Köyde Doğrudan Demokrasi" isimli yağlı boya tabloyu çok beğendi.

Salonun her bir yanındaki grafitileri tek tek inceledi. İstanbul'un düşünceleri duvarlara adeta birebir kazınmıştı. Gerek resimlerdeki gerekse yazılardaki ironiler ve zekice göndermeler hep onun izlerini taşıyordu; ama kendisi ortada yoktu, Aden onu hâlâ görememişti.

Duvara resmedilen çıplak adamı tanımakta zorlandı. İyice yaklaştı. Adamın yüzünün sol tarafı Dövüş Kulübü filmindeki anti-kahraman Tyler Durden'ın, yüzünün ortası aynı filmdeki anlatıcının, yüzünün sağ tarafı ise başka bir filmin anti-kahramanı Joker'in yüzünden oluşuyordu; yani yüzü üç farklı insanın yüzünün karışımından oluşuyordu. Bir başka duvardaki resimdeyse V For Vendetta filminin maskeli ve siyah pelerinli V karakteri kalabalığa, onları özgürlüğe ulaştıracak olan maskelerden dağıtıyordu.

Salonun öbür tarafına göz atarken onu gördü. İstanbul kızıl saçlı bir kadına gitar çalıyordu. 'Pes ya!' diye mırıldandı. 'Adam hiç vakit kaybetmiyor, yeni bir tane bulmuş.' Ülgen'in de yanlarında olduğunu geç fark etti. Salonun köşesinde yer minderlerinde üçü birlikte oturmuş gitar şenliği yapıyorlardı. 'Demek gitar da çalıyordu.' Gitarın eline yakıştığını düşündü. Yanındaki kızıl saçlı kadın elindeki kitabı kapattı ve gözlerini yumarak İstanbul'un mırıldandığı şarkıya eşlik etmeye başladı. Aden İstanbul'u bıraktı ve kadını detaylı olarak süzmeye başladı. İçinden, 'Allah'ım tek kelimeyle afet,' demekten kendini alıkoyamadı. İstanbul şarkı mı söylüyor, şiir mi okuyor ona tam karar verememişti, ama özgürlüğü anlatan o muhteşem sözlerin muhatabının o kadın olamayacağı kesindi. Bu sadece bir temenni değildi. Üzerinden buram buram aykırılık akan o sözlerin böyle sosyetik bir kadına söylemesi imkânsızdı. Yanında oturuyordu ama İstanbul bir saniyeliğine olsun gözünü gitarından ayırıp ona bakmıyordu. Aden'e göre adam ruhen göçüp gitmiş durumdaydı; bu çok bariz belliydi. Yanındakiyle hiçbir şekilde ilgilenmeyişi çok hoşuna gitti, onu bir nebze olsun sakinleştirdi. İstanbul erkek arkadaşı değildi, aslında hiçbir şeyi değildi ve olamazdı da. Yani nasıl olsun ki Aden için o baştan aşağı fiyaskoydu ama işte kahretsin, çok ilginç bir vakaydı, benzersizdi.

Ülgen onlara hiçbir şey söylemeden ayağa kalktı ve hızlı adımlarla Aden'in yanına geldi. Onu gördüğüne çok şaşırdığını anlatırken Ülgen'in gözleri parlıyordu. Onunla deprem gecesi gönüllü ekipten tanışıyorlardı ve çalışmalar sırasında Ülgen'in Aden'le kurmaya çalıştığı yakınlığı İstanbul bile fark etmişti. Ayaküstü biraz konuştular. İstiklal Caddesi'nde konteyner dükkan açtığından ve orada iyi para kazandığından bahsedip Aden'i etkilemeye çalıştı, sonra da kütüphanede ne aradığını sordu.

"Kitap bakacaktım," diye uydurduktan sonra etrafa bakındı. "Gerçi burada bulabileceğimi pek sanmıyorum."

"Kitapların hepsi bodrum katta," diye yanıtladı ve ardından ilgiyle sordu. "Aradığın ne tarz bir şey?"

"Madem öyle inip baksam iyi olacak."

"Dur lütfen." Merdivenlere doğru hareketlenen Aden'i kolundan yakalayıp durdurdu. "Önce sana bir şey sorabilir miyim?"

"Olur," diye mırıldandı Aden. "Sorabilirsin."

İstanbul'u işaret edip, "Nesi var bunun?" dedi.

Aden müzik sesi kesilince İstanbul'a baktı, gitar çalmayı bıraktığını ve Ülgen'i baştan aşağı süzüp, seninle işimiz var gibisinden kafa sallayarak tehdit ettiğini görünce Aden'in kaşları çatıldı.

"Anlamadım, ne olmuş ki ona?"

"Hiç sorma, birden tuhaflaştı," diye yanıtladı Ülgen. İstanbul saldırgan bakışlarla onu takip etmeye başlayınca Ülgen'in yüzü bembeyaz kesildi. Telaş içinde gömleğinin cebinden çıkardığı paketten bir sigara alıp hızlıca yaktı. "Çok gergin görünüyor. Bugün kütüphanede yaşamak için başvuruda bulunanlardan birine, 'Senin buna hakkın yok,' diye öyle bir çıkıştı ki şaştım kaldım. Yakasına yapıştı, neredeyse dövecekti. Tabii bunlar hiçbir şey..." İstanbul'un ayaklanıp kızgın adımlarla onlara doğru geldiğini görünce sözlerine devam edemedi.

"Neler oluyor burada?" diye kükredi İstanbul.

"Hiç," dedi Ülgen iyice paniklemiş halde.

"Her ne oluyorsa seni ilgilendirmediği kesin," diyerek aynı sertlikle karşılık verdi Aden ve başını Ülgen'e doğru çevirdi. "Hadi Ülgen, bodruma inmeyecek miydik biz?"

"Ne işiniz var aşağıda?" diye sesini daha da sertleştirdi.

"Kendi işine baksana sen," diye tersledi Aden.

İstanbul'un bakışları ikisinin arasında gidip geliyordu. Yaşanan gerilim dolu saniyelerde Ülgen, "Ee, Aden, ımm..." diye gevelendi. "Benim gitmem gerekiyor, sonra görüşürüz olur mu?" Adam bir yanıt beklemeden hızlı adımlarla kütüphaneden çıkıp gitmişti bile.

İstanbul Aden'in önüne geçti ve "Senin şu an başka bir parka gitmen için pılını pırtını topluyor olman gerekmiyor muydu?" dedi.

Aden bu laf sokmanın altında kalmak istemediğinden başıyla kızıl saçlıyı işaret ederek, "Şarkı söylemen gereken birileri yok mu senin?" diye cevabı yapıştırdı.

"Aslında, zannettiğin gibi değil..." diye başladığı cümlenin devamını getiremedi. İstanbul'un kem küm edişi Aden'in gözüne tatlı geldi. Onun böyle şekilden şekile gireceğini tahmin bile etmezdi. Ağzının payını verdiğini düşünüyordu. "Şu haline bir bak, zor bir gece geçirmişe benziyorsun, gözlerinin altı mosmor."

"Senin yüzünden," dedi İstanbul. "Sen varken uyuyamıyorum. Oysaki bu sorunu aşmıştım. Sayende kafamın içi jilet gibi keskin düşüncelerle doldu ve midemin ağrısından yemek yiyemiyorum. Eğer buradan gitmezsen bunun devam edeceğinden eminim."

"Ailen ölünce başlayan uykusuzluk hastalığı değil mi bu? Yeniden mi nüksetti?"

"O hastalık depremde bitmişti, sen yokken bir kez bile tekrar etmedi. Uykusuzluğumun sebebi sensin, her şey senin gelmenle başladı. "Bana bak," dedi uyarı dolu bir sesle. İstanbul'un kendini toparlaması uzun sürmemişti. "Bir daha sormayacağım. Bodrum katta ne işiniz vardı?"

"Devlet sorunu haline getirdin. Altı üstü kitap bakacaktık."

"Kitap mı?"

"Evet, kitap," deyip şaşırmasına dokundurdu Aden. Taarruza geçmişti. "Kütüphanede aranacak en son şeyi söylemişim gibi bakıp durma öyle."

Aden'in ters cevabını duymazlıktan gelip, "Madem öyle, sana eşlik edeyim," dediğinde yaşadığı ilk şoku, elini beline koyarak onu merdivenlere yönlendirdiğindeki artçılar takip etti.

İstanbul'un ani manevrasının şaşkınlığını üzerinden atamayan Aden durdu ve belindeki eli tutup yavaşça kaldırdı. "Ben buraya seninle oyun oynamaya gelmedim." Düşüncelerini tartmak için susup bekledi. Projeyi engellemek adına büyük bir şey planlamasaydı bu kadar agresifleşmezdi diye düşündü. Hepsi de eğitimli insan gücünden oluşan bir orduyu neden kurduğunu öğrenmek istiyordu. "Projede yer alan şirketlere karşı bir hareket başlattığını duydum. Biliyorsun, babam da bu şirketlerden birinin sahibi ve ben senin onlara karşı neler yapmayı planladığını merak ediyorum. İşadamlarına karşı yürüttüğün savaşta mesafe kat ettiniz mi?"

"Anlaşıldı. Baba kız beni oyuna getirebileceğinizi sandınız. Ben saf değilim. Aklımı çelmene izin vermeyeceğim. Bana engel olmaya çalışma sakın! Bence şansını hiç zorlama."

Aden, onun planlarını bozacak kişi olarak görülmenin şaşkınlığı içindeydi. "Benim amacım sizi baltalamak değil."

"Boşuna çeneni yorma," diyerek sözünü kesti İstanbul. "Sana hiçbir şey anlatmam. Bence evine gitmelisin Aden. Söylesene sen neden mutlu yuvanda değilsin?"

"Benim artık evim yok, depremde yıkıldı, annem ve kardeşim de içindeydi, öldüler. Onların ölümünden babam sorumlu, hapse atıldı ama yakında çıkacak. Tabii eğer biz bir şey yapmazsak."

Aden bir çırpıda söylediği şeylerden sonra sustu, gözyaşlarını silip toparlanmaya çalıştı.

"Üzgünüm Aden," dedi mahcup bir sesle. "Annen ve kardeşini kaybettiğinden haberim yoktu. Çok üzüldüm. Neden bana daha önce söylemedin?"

Aden'in yüzünü ellerinin arasına aldı ve yanaklarından süzülen gözyaşlarını başparmağıyla sildi. Aden başını az bir şey kaldırınca, göz göze geldiklerinde bir şey söyleyecek gibi oldu ama vazgeçti.

"Sanki hayat ikimize de tuhaf bir oyun oynuyor," dedi İstanbul. "İkimiz de ailemizi kaybettik. Aslında bana sorarsan annen ve kardeşin bu berbat dünyadan kurtulmuş. Belki kendimi kandırdığımı düşüneceksin, ama ben kaybettiklerimizin rahatladıklarına inanıyorum."

"Keşke ben de senin gibi düşünüp onların kurtulduğunu hissedebilseydim; ne var ki aklıma her geldiklerinde katlanılmaz acılar çekiyorum."

"Neler hissettiğini iyi biliyorum," dedi ve teselli etmek amacıyla ona sarıldı. "Keşke geldiğin ilk gün annenin ve kardeşinin öldüğünü bana hemen söyleseydin. O zaman seni yanlış anlamaz, öyle de davranmazdım."

Acıdığından değil, aynı durumu paylaşmalarından dolayı yakınlık göstermesine daha çok ihtiyacı olduğunu hisseden Aden sarılmayı bırakıp geri çekildi. Gözyaşlarını silip kendini toparlamaya çalıştıktan sonra, "Ne yani bana acımanı beklediğimi mi sanıyorsun?" dedi.

"Beni yanlış anladın," diye karşılık verdi İstanbul gülümseyerek. "Ben sadece aynı durumda olduğumuzu bilmek isterdim. Sanırım o adamların ne mal olduğunu artık sen de anlamış durumdasın ve onları korumaya çalışmazsın diye düşünüyorum; yoksa yanılıyor muyum?"

"Ailemin başına gelenler ve projeler için buradaki depremzedelere yapılanları gördükten sonra babam ve ortakları hakkında ne kadar haklı olduğunu anladım."

"Hadi artık aşağıya inelim de kitaplara bakalım, kafan biraz dağılmış olur," dedi İstanbul.

Merdivene doğru yürürlerken dönüp kızıl saçlıya baktı. İstanbul'un Aden'e olan ilgisi ve samimi davranışları kadını şaşkına çevirmişti. Telaşla sağa sola bakınıyor, sanki Aden'in kim olduğunu sorabileceği birilerini arıyordu.

Birlikte basamakları inerken "Kürk Mantolu Madonna Asma Katı"ndan geçtiler. "Vanilya Gökyüzü Mutfağı" nın önünde yemek masaları vardı. Kütüphanenin bodrum katına inerlerken en çok tavan dikkatini çekti, on on beş metre yüksekliğindeki ve insanı ferahlatan bu tavana, "13.Kat" diyorlardı. Duvara büyük bir güneş resmedilip altına, "Saatleri Yok Etme Enstütüsü" yazılmıştı.

Çok büyük olmasa da üç katlı binanın mimari yapısı hoşuna gitti; odaları, tuvaletleri ve üç büyük salonuyla gayet kullanışlı bir yerdi. Zemin katta çok sayıda sandalye ve bir de kullanılabilir durumda piyano vardı. Burası gösteri salonu olarak da kullanılıyordu ve girişindeki duvara büyük harflerle "Truman Show Gösteri Salonu" yazılıydı. Aden o filmi de çok severek izlemişti. Salonun duvarındaki devasa resme biraz daha yaklaştı. Binlerce insanın küçük birer nokta gibi başarılı bir şekilde resmedildiği grafitide el ele kol kola vererek kalabalığın karşısına dizilen roman kahramanları, "Kandırılıyorsunuz," diyerek insanları uyarıyorlardı.

Bodrum katın odalarında üçer beşer uyku tulumu, üstü kitaplarla dolu masalar vardı. Her ne kadar kütüphaneden başka her şeye benziyor olsa da buradaki özgürlük atmosferi insanı içine çekiyordu.

"Şuna bak, her yeri yazılarla doldurmuşsunuz. Buraya ne yaptınız böyle?"

"Dönüşüm kaçınılmazdı," dedi İstanbul yarım ağız bir gülüşle.

Lanet şey, her hareketi kahrolası derecede dikkat çekmek zorunda mıydı bunun diye aklından geçirdi Aden.

İstanbul kütüphanenin raflarını hangi amaçla söktüklerini anlatırken gözleri hep Aden'in üzerindeydi ve bakışları içine işleyip onu sersemletiyordu adeta. Aralarındaki buzlar erimeye başlamıştı. "Her şey kendiliğinden oldu," diye devam etti sözlerine. "Ateş yakmak için oduna, yazmak için de boş duvarlara ihtiyacımız vardı. Nasıl buldun, beğendin mi?"

"Beğenmek mi?" diye tekrarladı sorusunu. Tek tek okuduğu özlü sözler, hatta küfürler dahi öyle düşündürücü ve anlamlıydı ki duvarlara ustalıkla işlenmiş figürlerin ve renklerin birbiriyle uyumuna hayran kalan Aden duygularını nasıl ifade edeceğini bilmiyordu. "Kendine pay çıkarıp hemen şımarma ama bunlar olağanüstü. Çok güçlü bir özgürlük atmosferi oluşturmuşsunuz," dediğinde bakışları bir kez daha buluştu.

"Bugüne kadar hiçbir kütüphane, duvarlarda oluşan bu yasak sanatı içine sindirememişti," diye fısıldayan İstanbul, kışkırtıcı sesiyle nefesini boynuna verdiğinde öpüşme mesafesindeydiler. Aden gözlerini kapatıp yutkundu.

"İstanbul," diye cilveli bir ses duymasıyla nefesini salıvermesi bir oldu Aden'in.

Peşlerinden gelen kızıl saçlı kadın, az ileride durmuş onlara bakıyordu. Sırnaşık hareketlerle İstanbul'a, "Bir sakıncası yoksa konuşabilir miyiz?" diye sordu.

İstanbul kısık sesli bir oflayış sonrasında geriye çekilip kadına doğru gitti. Aden zaten kendine gelememişti, bir de kadınla konuşan İstanbul'un dönüp dönüp baktığını ve gülümsediğini görünce az önceki yakınlaşmalarında utançtan kızaran yüzüne ufak bir tebessüm yayıldı. O kadın ne yaparsa yapsın nafileydi, karşısındaki erkek çoktan fethedilmişti. Onlar tartışırken Aden az önce yaşadıklarını düşünüyordu. Kadına kızgındı ama gelmesi iyi mi oldu kötü mü kararsızdı. Gelmeseydi işler kontrolünden tamamen çıkacak gibiydi.

Kafasını dağıtmak için kitapları karıştırmaya başladıktan en fazla bir iki dakika sonra, "Nerede kalmıştık?" diyen İstanbul'un sesiyle irkildi ve dizili kitaplara omzunu çarptı. Canı yanmıştı, yine de belli etmemeye çalışarak eğildi ve yere düşen kitapları panik içinde toplamaya çalıştı. Kitapları toplamasına yardım eden İstanbul'un kızıl afetle gitmemesi, Aden'in içinde hiç belli etmek istemeyeceği türde zafer coşkuları dalgalandırdı.

Ayağa kalktıklarında mavi ışıltıyla arasında sadece bir adım vardı. Kalbi yeniden deli gibi atmaya başlayan Aden heyecanını saklamaya çalıştı. İstanbul'a ilk kez çıplak gözle bakıyor, gözlerini alan karanlığın bir parçası haline gelmemek için büyük mücadele veriyordu. Onunla bir daha aynı noktaya gelmeye niyeti yoktu Aden'in, kendini toparlamakta gecikmedi. Umursamaz bir tavır takınarak, "Sevgiline biraz ilgisiz davranmadın mı?" diye laf dokundurdu.

"Sevgili mi?" Biraz duraksadı. "Benim hiç sevgilim olmadı."

"Belli zaten, sevebilecek bir kalbin olsaydı her önüne gelenle takılmazdın. Neyse belki ilk olacaktı, bir şeyleri engellemiş olmak istemem."

"Öyle bir şeyin olma şansı sıfır."

"Demek sen sevmezsin, aşık olmazsın," dedi Aden.

"Beni ne zannettiğini bilmiyorum. Ben sana sevemem demedim; bir sevgilim olamaz dedim. Kimsenin canını yakmak istemediğim için sevgilim olamaz. Ben deli gibi âşık olmayı seçtim, çünkü ne zaman akıllanmam gerektiğini düşünmeme gerek kalmıyor, her şey kendiliğinden oluyor."

"Ya demek öyle, bari ne zaman akıllandığını söyle de bilelim."

"Çok basit," derken bir adım atıp iyice yaklaşınca Aden'in nefes alışı hızlandı. "Ne zaman akıllanacağım karşımdaki kadına bağlı, yoksa olay çekilmez hale gelir."

"Boş versene," diyerek ısrarını sürdürdü Aden. "Bence birbirinize çok yakışıyordunuz."

İstanbul kaşlarından birini çekici bir şekilde yukarı hareketlendirdi. "Bana yakıştığını düşündüğüm kişiye şuan yeterince yakınım."

Bir kez daha yüzünün kızardığını hissetti Aden. "Duymak istediklerini söyleyip seni şımartacağımı sanıyorsan yanılıyorsun," diye karşılık verdi.

"Bak sen," dedi alaycı bir gülüşle İstanbul. "Senin gibileri bilirim."

"Ben hiç onlara benzemem," diye karşılık verdi Aden.

"O zaman neden kendine aykırı yaşıyorsun?"

"Bilmem artık, beni kimlerle karıştırıyorsan bunu gidip onlara sor."

"Etrafımda kendisi olmayanlara yer olmadığı için, soracak öyle birilerini bulabileceğimi hiç sanmıyorum," dedi İstanbul.

"Aradığın yer önemli. Cevabı kadınlarda değil, kendinde ararsan bulursun." Gülme sırası Aden'e gelmişti. "Kendin olmak, içgüdülerine göre davranmak olsaydı hepimiz hayvan olmaz mıydık?"

"Hayvan olmanın nesi kötüymüş? Onların mutlu dünyasından çıkıp bilinçlenmek insanoğlunun en büyük hatasıydı. Yasak meyve dedikleri elma, olsa olsa bilinçtir diye düşünüyorum. Keşke tadını almasaydık insanca yaşamanın..." Aden'i alıcı gözle süzdükten sonra, "Düşünsene," diye sürdürdü sözlerini. "Eskiden olsa seni bir elmayla kandırmak ne kadar kolay olurdu. Şimdi ise seni kovulmamızdan önce yaşadığımız cennetin yasak kentine götürmek zorundayım."

Geri çekilmek yerine Aden de ona doğru adım atıp İstanbul'u şaşırttı. Aden başını hafifçe yukarıya kaldırdığında mesafeleri yok denecek kadar azdı. İstanbul'un yutkunuşunu seyrettikten sonra elini tıpkı onun kendisini kışkırttığı gibi çenesinde tüy gibi gezdirip dudaklarına doğru fısıldadı.

"İyi denemeydi İstanbul ama çabaların boşa. Beni avcunun içine alıp işin içinden kolayca sıyrılacağını düşünüyorsan haline çok gülerim."

"O zaman asıl konuya dönsek iyi olacak," diyerek öfkeyle geri çekildi İstanbul.

Sonunda kolay lokma olmadığımı anladı diye aklından geçiren Aden kendine olan güvenini artırdı. "Evet, ama bugün değil," diyerek merdivene yöneldi. Basamakları çıkarken iplerin kimin elinde olduğunu göstermek istercesine arkasına bile bakmadan, "Aradığım kitabı burada bulmam mümkün değil, sonra görüşürüz," dedi.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yarım Adam Romanı Önsöz ve Arkakapak

YARIM ADAM (ARKA KAPAK) Binalardan kaçanların toplandığı Taksim Meydanı mahşer yeri gibiydi. Aden ve İstanbul kalabalığın arasında artçıların geçmesini bekliyorlardı. Kandilli Rasathanesi elli beş saniye süren depremin merkez üssünün İstanbul, şiddetinin yedi virgül beş olduğunu açıklamıştı. Tarihe 2 Nisan İstanbul depremi olarak geçecekti... Deprem modern dünyayı yerle bir ederken Aden'in uyutulduğu taştan beşiği devirdi. Vahşi doğa tarafından yıkılmış, binaları yangın alevlerince yutulmuş, ölümün kol gezdiği İstanbul'da gerçeğin karanlık yüzüne doğru yaptığı yolculuk onu dehşet verici yerlerden geçmek zorunda bıraksa da korkunç bir kâbustan uyanmasını sağladı. Ama hakikati yaşayabileceği yeni bir hayata gözlerini açtığının henüz farkında değildi; çünkü elli beş saniye; yaşadıklarını anlayabilmesi için çok kısa, kaosla tanışmanın şiddetine dayanabilmesi içinse çok uzundu. İstanbul sarsıcı bir filozof ve karanlık bir şairin bedeninde ete kemiğe büründü. O, özgürlük atmosf

4.Bölüm:Çırpınış

4 Çırpınış Kendine geldiğinde gözleri, elleri ve ağzı bağlıydı. Dalgalanan zemin, kürek sesi ve burnuna dolan deniz kokusu... Sandalda olmalıydı. Bilincini kaybetmeden önce İstanbul'un, "İşte şimdi tamamen elimdesin," dediğini hatırladı. Kaçırılmıştı. İnleyerek sesini duyurmaya, sağa sola dönerek bağlarından kurtulmaya çalışırken bir el omzundan yakalayıp onu durdurdu. "Demek uyandın." İstanbul'un sesiydi bu. "Aden bana güvenmelisin. Bunu senin iyiliğin için yapıyorum." Aden durmadı, bağlarından kurtulmak için sağa sola dönmeye devam etti. Neden kaçırıldığını, nereye götürüldüğünü ve İstanbul'un ne yapmayı planladığını bilmemek onu dehşete düşürüyordu. Sadece, "Mmmm..." diye iniltiler çıkarabiliyordu. Diliyle ittirip ağzındaki bağı çözmek için uğraştı, ama yaptıklarının hiçbir faydası olmuyordu. Dıştan takma motorlu, eski ve küçük bir sandaldaydılar. Motor arıza verince İstanbul yolun kalan kısmında kürek çekmek zorunda kal