Ana içeriğe atla

14-Çarpışma

14

Çarpışma

Sosyal Tesisler, Gülhane Parkı

Aden

Sabahın erken saatlerinde çadırın fermuarını açıp Aden'i uyandırdı. "Günaydın uykucu." Oldukça dinç görünen Zeynep gülümsüyordu.

"Günaydın," diye mırıldandı. Güne bu kadar erken başlamaya alışık değildi. "Çok erken değil mi?"

"Acele etmeliyiz, birazdan kuyruk başlar."

"Ne kuyruğu?"

"Kahvaltı tabii ki hadi, biraz hızlı ol."

Daha ilk sabahtan uyumsuz görünmemek adına ona hayır demedi ve uyku tulumundan çıktı. Kucağındaki defter ve kalem yere düşünce, "Ne kadar kalın bir defter," dedi Zeynep. "Ne var bunun içinde?"

"Önemli şeyler değil."

Aden defteri kitapların altına sıkıştırdıysa da Zeynep oradan çıkarıp eline aldı ve kapağını incelemeye başladı. "Günlük mü tutuyorsun?"

"Hayır, günlük değil."

"O zaman bakmamda sakınca yoktur herhalde." Aden onay verdiğini gösterircesine başını salladığında defteri açıp yazdıklarına göz attı. "Bunları sen mi yazdın?"

"Evet, ben yazdım."

"Peki, türü nedir, roman mı deneme mi?"

Aden gülümseyerek, "O bir ruh tomografisi," dedi. Duyduklarını tuhaf karşılayan Zeynep'e açıklama yapmak zorunda hissetti. "Yoğurtçu Parkı'nda kalırken antidepresan ilaçlarım yetmeyince karaladığım önemsiz şeyler, üzerinde konuşulacak bir şey değil."

Zeynep defteri alıp dışarı çıktığında Aden hazırlanmaya başladı. Eskiden olsa çadırda yaşamak onu kıyafetleri açısından çok zorlardı. Evlerinde çok geniş bir gardırobu vardı, buradaki kıyafetleri ise yardım kuruluşlarının ve gönüllülerin dağıttığı şeyler arasından seçilmiş, sınırlı giyeceklerdi. Yeni hayatına alışmış sayılırdı, zaten artık salaş giyiniyordu. Kot pantolonları, kazakları ve hırkaları yeni hayatında daha çok seviyordu. Pantolonları katlayıp üst üste dizmek yeterliydi. Bacakları çok düzgündü, fiziği erkekler tarafından çok beğenilirdi, ama fiziğini gözler önüne seren, o çok sevdiği elbiseleri ve etekleri asacak ne dolabı vardı burada ne de askısı. Topuklu ayakkabılardan da kurtulmuştu. Onlarla yürürken eskiden neler çekiyormuşum, resmen işkenceydi diye aklından geçirdi. Böylesi çok daha iyiydi. Kot pantolon ve üzerine ince siyah kazağını giyip dışarı çıktı.

Zeynep kamp sandalyesine oturmuş, Aden'in yazılarını okuyordu. Biraz bekledi ama dikkatini okumaya vermişti. "Ben çeşmeye gidiyorum."

Başını okuduklarından kaldırmadan, "Tamam," dedi.

Mayıs ayındaydılar havalar ısınmıştı ama sabahları serin oluyordu. Üşüdüğünü fark edince tekrar çadıra girip üzerine bir hırka aldı. Aden çeşmeye gidip yüzünü yıkadıktan sonra geri döndüğünde Zeynep hâlâ okuyordu.

"Beğendin mi?" diye sordu Aden ama Zeynep onu duymadı bile.

Boğaziçi'ne baktı pırıl pırıldı. Zamanında yedi cihana hükmeden Osmanlı'nın Topkapı Sarayı'nı inşa ettiği tepedeydi çadırları. Bir an için burası Aden'e doğanın bağrında sakladığı kozmosun merkezi gibi geldi, belki de bu yüzden uyuyabildim diye aklından geçirerek tebessüm etti. Çarşaf gibi yayılan Marmara Denizi'nde hâlâ yerli yerinde duran adalar, Anadolu'nun göz bebeği Kadıköy, Üsküdar ve birkaç kalıntısıyla en azından yerini belli edebilen Kız Kulesi; Avrupa yakasını ikiye bölen Haliç, Boğaziçi ve gökyüzünün muhteşem maviliği yalnızca İstanbul'un birinci tepesinde aynı çerçeve içine sığabilirdi. Köprünün enkazına, yani modern dünya bataklığına bakmadığın sürece sorun yoktu.

"Zeynep geç kalıyoruz."

"Hı hı.."

Yanına gitti ve omzundan tutup, "Zeynep kahvaltıdan vaz mı geçtik?" diye sordu.

Kaldığı yere parmağını koyup defteri kapattı. Başını kaldırıp, "Bunların hepsini sen mi yazdın?" diye sordu.

"Evet, hadi bırak şunları. Kahvaltıya geç kalıyoruz."

"Defteri yanıma alabilir miyim? İşe giderken bırakırım sana."

"Olur, hadi gidelim."

Tepeden aşağı indikleri sırada Sarayburnu Limanı'na yanaşmak isteyen Çin bandıralı büyük bir yardım gemisine takıldı gözü, vapurlardan yol istiyordu. Karşıdan suları yararak gelen birkaç vapur ona yol vermek için yavaşladı. "Boğaz trafiği ne kadar da yoğun böyle."

"Her sabahki yoğunluk," dedi Zeynep. Aden'e bakışları değişmişti.

Aşağı indiler. Parkın ortasında kıvrılarak ilerleyen ve iki yanı ağaçlarla kaplı yolda Sultanahmet kapısına doğru yürüyorlardı. Aden yeşil denizin ikiye ayrıldığı yolda yürürken gözünü ağaçlardan ve çiçeklerden alamıyordu. Gülhane Parkı sık aralıklı yüksek ağaçlarla ve binlerce çiçekle dolu yemyeşil ve çok büyük bir parktı. Daha önce hiç bu kadar çiçeğin bir araya geldiğini görmemişti.

"Ceviz ağacı nerede?" diye sordu Aden. Bir cevap alamayınca sözlerine devam etti. "Nazım'ın şiirinde bahsettiği ağacı soruyorum."

"Yeni Topkapı Sarayı için kestiler," dedi Zeynep. "Neyse ki kalan ağaçları kurtardık."

Kahvaltı için biraz sıra vardı. Sıranın en sonuna girdiler. Zeynep sırada durdukları süre boyunca Aden'in yazılarını okudu. Bir ara durdu ve başını kaldırıp hayran kalmış bir ifadeyle Aden'i süzdükten sonra parmağıyla işaretlediği yerden defteri tekrar açıp, "Siyah ışık felaketin yol gösterici etkisidir," diye mırıldanarak ona okudu. "Kurşun kalemin ucundan sayfalara akan ışıkla kararan geceleri ne kadar aydınlatabileceğimi görmek istiyorum." Defteri kapattı. "Aden bunlar harika..."

"Yoğurtçu Parkı'ndayken biraz fazla yalnız kalmıştım," diye karşılık verdi. "Ne yapayım gece karanlığında gözüme uyku girmiyordu. İşte o anlarda yazıp oyalandım." Aden oradayken tüm gece yazdıktan sonra günün ilk ışığıyla birlikte yatıyordu, uykusu üç dört saatten fazla sürmezdi. Gülhane'deki ilk gecesinde ise yazarken uyuya kalıp deliksiz uyumuştu. "Asıl harika olan burası, beni iyi ki Gülhane'ye çağırmışsın."

"Güzel ama zor bir yer."

"Biliyorum," dedi Aden. "Çadır hayatı dışardan göründüğü gibi değil. Yoğurtçu Parkı'nda doğal yaşamın zorluklarına katlanmayı az çok öğrendim. Buraya alışmam uzun sürmeyecek."

Sıra yaklaştığında defteri kapadı Zeynep. "Bence bunlardan çok güzel roman olur."

"Aman Zeynep, ne romanı? Onları öylesine iç dökmek adına yazdım."

"Bence çok yeteneklisin."

Kahvaltı tabldottu. Peynir, zeytin ve haşlanmış yumurtanın yanında hazır paketlerdeki reçel, bal ve tereyağlarından veriyorlardı. Kahvaltılık alma savaşından çıktığında Aden'in sersemlediğini fark eden Zeynep onun haline kıs kıs güldü. Ondan önce masaya oturmuş, kahvaltısını yapıyor, bir taraftan da okuyordu.

Yanındaki boş yere geçerken elindeki tepsiyi oflayarak masaya koydu. "Bir dilim peynir ve iki zeytin için yarım saat sıra beklediğime inanamıyorum." Daha güne başlamadan perişan olmak canını sıkmıştı. Tepsiyi masaya bıraktıktan sonra çay sırasına girdi. Çayı su bardaklarıyla dağıttıklarını görünce içi daraldı. Bardağı yüzünü buruşturarak alıp masaya döndü. Babası onların yanına döndükten sonra yedi yıldır konforlu bir hayat sürmüştü. İnsanın edindiği alışkanlıkları bırakması hiç kolay bir şey değildi. Konfor insanı ele geçiriyordu. Yoğurtçu Parkı'nda durum çok farklı değildi, böcekli çadırlarda kalıp, teneke tepsilerde tabldot kahvaltıya alışmıştı. Buradan farkı yemekhane çadırının çok yakın olmasıydı, bu sayede kendi kupasıyla çay alabiliyordu. Üstelik bu kadar sıra beklemiyordu; burası çok kalabalıktı.

Başını bir anlığına kaldırıp, "Erken kalkma konusunda seni uyarmıştım Aden," diye yapıştırdı lafı.

"Evet, doğruya doğru, uyarmıştın."

Gülümserken gamzeleri iyice belirginleşti Zeynep'in. Hoş kızdı Zeynep. Kendine has bir ışık yayarken Aden'i sakinleştiren bir yanı vardı. Onun gibi güvenilir birinin dostluğunu kazanmak Aden için önemliydi. Arkadaşını süzmeyi kesip, "Aman neyse," dedi ve önüne döndü ve yemeğiyle ilgilendi.

Aden aslında şartların ağırlaşmasını çok dert etmiyordu. Koşullara öyle ya da böyle alışabilirdi; sonuçta Moda'da babasının sunduğu modern imkânlarla doğmamıştı, zorluk onun hamurunda vardı. Zaten Moda'da otururken onun en çok anlaştığı insanlar Beat Kuşağının bugünkü devamı olduğunu iddia eden kesimdi. Moda sahillerini zaman zaman çadırlarıyla festival alanına dönüştüren bu doğa aşığı gruplarla daha fazla yakınlaşmayı ve onlarla birlikte seyahat etmeyi hep istemişti; ama babasının onlardan hiç hoşlanmaması yüzünden çok fazla girememişti içlerine. Nasip bu günlereymiş diye aklından geçirip tebessüm etti, çünkü artık burada herkes o efsane altmış sekiz kuşağının Hippileri gibi yaşıyordu.

Birkaç lokmada biten kahvaltının ardından hiç oyalanmadan dışarı çıktılar. Gazetedeki işine geç kalmamak için acele eden Zeynep, vakti olmamasına rağmen iş başvurusuna birlikte gideceğiz diye ısrar etti ve Aden'i dövme sanatçısı Merve'nin kaldığı çadıra götürüp onunla tanıştırdı. Merve İstiklal Caddesi'nde bir konteyner dükkanı açmıştı. Bundan sonra hep orada durmak istediğini söyledi.

"Buradaki dövme çadırını işletecek bir yardımcı arıyorum." Zeynep kaş göz işareti yapıp Aden'i gösterince, "Arıyordum... Ama sanırım artık buldum," dedi ve hep birlikte güldüler.

Aden'e biraz dövme sanatından bahsetti ve isterse ona bu işi seve seve öğreteceğini anlattıktan sonra çadırı birlikte işletmeyi teklif etti. "Bugünlerde iş yapmak imkansız ama depremin etkisi geçince iyi para kazanırsın, ne diyorsun birlikte çalışmak ister misin?"

Aden hiç düşünmeden işi kabul etti. Paraya çok ihtiyacı vardı ve Merve'yi sevmişti. İşyerinin kaldığı yere ve okuluna bu kadar yakın olması büyük şanstı, üstelik dövme sanatını öğrenecekti. Anlaşmışlardı; Aden'e anahtarı verdi ve kendisi gelene kadar tattoo çadırını açıp ortalığı temizlemesini istedi. Birazdan yanına uğrayıp gün boyu neler yapacağını daha ayrıntılı anlatacak, sonra da diğer dükkanına gidecekti.

Zeynep'le birlikte hızlı adımlarla tattoo çadırına yürüyorlardı. Aden bir ara dönüp baktığında İstanbul'un arkalarından geldiğini görünce gözleri büyüdü ve panikle önüne dönüp yürümeye devam etti. İçini tuhaf bir heyecan kaplamıştı. Sosyal tesisler, tattoo çadırı ve kütüphane birbirine çok yakındı. İstanbul hayatta sabahın köründe kalkıp da buralarda kahvaltı sırasına girmez diye aklından geçirdi.

Yetişmesi uzun sürmedi. "Aden biraz konuşabilir miyiz?"

İşte başlıyoruz, dedi içinden Aden. Başını ona çevirdiğinde gözlerinin altının mosmor olduğunu fark etti, belli ki uykusuz kalmıştı. Alaylı bir tavırla, "Hoş bulduk," diye karşılık verdi. Gerçi ona hoş gelmediği ortadaydı.

Zeynep'e bakıp yüzünü buruşturduktan sonra Aden'e dönen İstanbul, "Yalnız konuşabilir miyiz?" diye sordu.

Tattoo çadırına çok yakındılar. Aden izin istercesine bakınca Zeynep hiçbir şey söylemeden yirmi otuz metre uzaklıktaki çadıra gidip beklemeye başladı.

"Senin burada ne işin var?"

İstanbul sert bir şekilde doğrudan konuya girmişti. Bu aşırı tepki karşısında afallayan Aden, "İlginç bir karşılama şeklin var," diye karşılık verdi.

"Neden geldin?" diye sordu İstanbul. Bir cevap beklemeden sözlerine devam etti. "Buradan hemen gidiyorsun."

Aden başını biraz daha yukarı kaldırdı. Yeşil gözleri fırtına çıkmış gibi çalkalanan mavileri bulduğunda İstanbul ona öldürecekmiş gibi bakıyordu. Belki hayatını kurtarmış olmasaydı saldırgan bakışları korkutucu gelebilirdi, ama onu iki kez kurtarmıştı. "Önce beni dinlemen ve neden geldiğimi öğrenmen gerekmiyor mu?"

"Sana iki kez sordum, cevap vermedin," diye karşılık verdi. "Aslında sebebini çok merak etmiyorum. Sen seçimini Burgazada'da yapmıştın, seninle konuşacak hiçbir şeyimiz yok. Hemen pılını pırtını topla ve git."

Agresif tavırları, Aden'in sinirlerini bozdu, yine de derdini anlatmaya çalıştı. "Ya gidecek yerim yoksa. Aslında ben..."

Ailesini kaybettiğini anlatacaktı ama İstanbul lafı ağzına tıkarak, "Uzatma," dedi. "Burada kalamazsın. Buna izin veremem."

"Bu çöplükte kalmak için senden izin isteyeceğimi mi sanıyorsun?" diye çıkıştı Aden. İçinde o an İstanbul ile ortak hareket etme isteği kalmamıştı.

İstanbul'un her kelimede bir adım daha Aden'in üzerine geldiğini gören Zeynep hızlı adımlarla oraya geldi ve araya girip onu korumaya çalıştı. "Bana bak, sen ne diye kızın üstüne bu kadar gidiyorsun?"

İstanbul'un bu tepkisini Aden bile beklemiyordu ki olaylardan haberi olmayan Zeynep nasıl şaşırmasın.

"Kendini yorma," dedi İstanbul. "Burada kalmasına izin veremem. Derhal gidecek!"

"Allah Allah, nedenmiş o?" dedi Zeynep.

İstanbul birden sessizleşti, yüzünü derin bir ifadesizlik kapladı. Tattoo çadırının üzerinde sabitleşen bakışları soğuk ve duygusuzdu. Ne deprem gecesi yangınlarda yükselen alevlerin ışığında parlayan gözlerinden eser vardı ne de yıkımın altından çıkan o tutkulu bakışlarından. Başka biri olmuştu sanki ya da Aden'e öyle göstermek istiyordu kendisini.

İstanbul öfkeden kararan gözlerini Aden'e dikip, "Madem bu iş güzellikle olmayacak..." dediğinde az ilerideki arkadaşları ona seslendiler. İstanbul bakışlarını onlara çevirip, el kol işaretleri yaparak, "Ne var, ne istiyorsunuz?" diye bağırdı.

"Köşklerde kalmak sana yaramamış," dedi Aden. "Az buçuk kibarlığın vardı o da gitmiş."

Zeynep çileden çıkmaya başlamıştı. "Biri bana neler olduğunu anlatacak mı?" dedi hırçın bir şekilde.

İstanbul'un tavırları öyle iticiydi ki Aden daha fazla sabredemedi ve kimliğini ifşa etme kozunu kullanmaya karar verdi. Bakışlarını İstanbul'a dikip, "Aslında mevzu beyefendinin çevirdiği dolaplar," diyerek tehditkâr bir sesle Zeynep'i yanıtladığında kaşının biri havaya kalktı. "Öyle değil mi İstanbul?"

"Ne?" Zeynep'in surat ifadesi de çıkarttığı nida gibi şok içindeydi.

Bunun arı kovanına çomak sokmaktan farkı yoktu ama Aden'e başka seçenek de bırakmamıştı.

İstanbul patırtının koptuğu yeri izlemeye devam ederek, "Aklın sıra beni tehdit edebileceğini mi sanıyorsun?" dedi.

"Bence kim olduğunu bilmek peşinden sürüklediğin onca insanın da hakkı," dedi ve sözlerini tamamlamadan önce Zeynep'e döndü. "Sanırım aranızda kimlerin yaşadığından hiçbirinizin haberi yok." Ateşe uçan pervaneler gibiydi. Nasılsa iş çığrından çıkmış, bari tam olsun, dedi ve elini bir diğer avucuna çarparak daha da ballandırdı. "Ah, Zeynep ah! Yaptığı şeyi bir bilsen..."

İstanbul'un gözlerini kısıp üzerine doğru geldiğini görünce yumruklarını sıktı ve bir iki adım geriledi. Çok ileri gittiğini anlamış olsa da iş işten geçmişti.

"Sen gel bakayım benimle."

Aden'i tuttuğu gibi omzuna attı ve parkın dışına doğru götürmeye başladı. Aden şoka uğradı ve birkaç saniye kendine gelemedi. Sonra olay tamamen kontrol dışına çıktı. Omzunda pazar filesi gibi sallanıp debelenen Aden, "Ben senden daha acil vakayım," diye bas bas bağırıp yıkıyordu ortalığı. Derdi başını aşmışken bir de böyle bir psikopatla uğraşıp onun şimşeklerini üzerine çekmekle suçluyordu kendisini. Aden acil olarak kendisinin de iyi bir psikoloğa ihtiyacı olduğunu bağıra çağıra herkese ilan ediyordu.

Bağırıp çağırmak rahatlatıcı gelmişti ama boşaydı; ondan kurtulamıyordu. Üstelik korkusundan kimse ona bir şey diyemiyordu tabii Zeynep hariç. "Bıraksana kızı! Ne yaptığını sanıyorsun sen?" diye bağıran arkadaşı peşlerindeydi. "Sen iyice delirmişsin, hemen polis çağırıp attırırım seni bu parktan."

"Ne yaparsan yap bu kız burada kalamaz," dediğinde Aden hâlâ onun omzundaydı ve yumruklarıyla sırtını dövüyordu. Darbelerinden etkilenmeyen İstanbul söylenmeye devam etti. "Ona sağlam bir ders vermezsem akıllanmayacak."

"Bekle biraz," diye üsteleyerek İstanbul'u durdurmayı başaran Zeynep, adamın omzunda baş aşağı sallanan Aden'le göz göze gelmek için yana eğildi.

Zeynep'i karşısında görünce gülümseyen Aden, "Sakin ol," dedi. "Tamam, yok bir şey. Dert etme. O, bana zarar vermez. Ben bu dengesize alışkınım, merak etme." İstanbul tekrar yürümeye başlayınca Aden geride kalan Zeynep'e bağırdı. "Aşıları tam, daha yeni yaptırttım, sakın endişelenme."

"Aman Allah'ım," diye mırıldandı Zeynep. Bu durumda bile gülümsemesine şaşırmıştı Aden'in. "İçtiğin o hapların içine ne koyuyorlar böyle?"

Zeynep'ten uzaklaşmışlardı. Omzunda sarsılmaktan sıkılan Aden, "Allah'ın cezası bırak artık beni," diye bağırdı. O esnada İstanbul'un kolunu yakaladı ve tüm gücüyle ısırdı. Aden sinirden dişlerini öyle bir batırmıştı ki neredeyse etini koparacaktı. Zaten hep atışırlardı fakat bu sefer herkesin içinde onu sırtına alıp çöp gibi savurması zoruna gitmişti. İstanbul acı içinde haykırıp onu bırakmak zorunda kaldı.

Ondan kurtulduğunda hemen bileğini ovalamaya başladı. "Adi pislik," dedi. "Şuna bak, ne biçim morartmışsın." Aden bileğini ovalarken sırtını parkı çeviren surlara yasladı, canının acısı gözünden akan bir damla yaşa sebep oldu. Daha fazla ağlamamak için sıktığı dudaklarından kaçan küçük bir tutam hıçkırık İstanbul'u ona döndürdü.

Aden'in bileğini eline alıp kontrol etti. "Abartma, fazla bir şey olmamış. Yine de böyle olmasını istemezdim. Beni buna sen zorladın."

Aden başını kaldırdı, yüz yüze geldiler. İstanbul az önce Aden'in ısırdığı kolunu ovalıyordu. Erkekliğe toz kondurmamak için sesini çıkarmıyor olsa da çok acı çektiği belliydi.

Zeynep peşlerinden gelmişti. Aden onun daha fazla yaklaşmasına müsaade etmeden eliyle durmasını işaret etti. "Sakin ol Zeynep, yok bir şey," dedi olabildiğince yatıştırıcı bir sesle. "Lütfen bizi iki dakika daha yalnız bırak, sonra hemen yanına geleceğim."

Zeynep ona tereddütle baktı. Aden gözleriyle gidebileceğini, her şeyin kontrolü altında olduğunu işaret etti. Zeynep kafa sallayarak az önce patırtının koptuğu yere doğru yürümeye başladı.

"Aden buraya neden geldin be kızım, neden ha?"

"Alternatif hayat dediğin şey için gelmiştim," dedi sitemkâr bir sesle. "Dünyayı faşistlik yaparak değiştirmeye çalıştığını bilsem gelir miydim?"

"Ben sizin dünyanızdan vazgeçeli çok oluyor, benim işim kendi dünyamla," derken İstanbul ellerini ensesinde gerince aralanan tişörtünden kasıkları göründü. Hayret bir şey ya! Teşhirciliğin bu kadarına da yuh yani, bilerek dikkat dağıtmaya çalışıyor, bakma kızım sen, deyip kendisini sakinleştirmeye çalıştı. Ona bu zevki yaşatmamak için bakışlarını donuklaştırıp suratına dik dik baktı.

"Size Retçiler deniyormuş. Söyler misin kimsiniz siz ve neyi reddediyorsunuz?"

"Önce sen söyle, seni neden birdenbire böyle meraklar sardı?"

Evlerinin yıkıldığını, ailesini kaybettiği için parklarda kaldığını söylemedi; ona acımasını istemiyordu. Hele bu aşağılayıcı tavırlarından sonra ona hiçbir şey anlatamazdı. "Belki o hayattan sıkıldım ve her şeyden vazgeçip size katılmak için sebep arıyorum. Belki de kurtuluşu sizle bulacağıma inandım, ne yani olamaz mı?"

"Bence şansını hiç zorlama," dedi İstanbul.

Bir adım daha yaklaşınca Aden işin sonunun nereye varacağını düşündü. Tam bu esnada İstanbul'un ismi havada yankılandı. Biraz önce olay çıkan yerdeki arkadaşları kavgayı yatıştırması için İstanbul'u çağırıyorlardı. Onlara, "Bir işi halledemediniz," diye bağırdı.

Aden'e dönüp, "Babasının dizinin dibinden ayrılmayan kızlarla uğraşacak vaktimiz yok bizim," dedi. "Biz konforlu hayatı elden gittiği için üzülenlerden değil, sevinenlerdeniz. Seni dün gördüğümde ne hissettim biliyor musun?"

"Bilmem çok meşguldün, bir şey hissedecek fırsatın olduğunu fark etmemişim."

"Boş ver," dedi İstanbul. Terk ettiği dünyadaki güzellikleri hatırlatıyordu Aden. Bu yüzden onu hemen bulmak ve kenara çekip gitmesi için konuşmak istemişti. "Zaten bilmen gereken tek şey, hayatımla oynamaman gerektiği. Bak, sana bunu uygun bir dille anlatıyorum, anlamazsan farklı bir dil kullanmak zorunda kalacağım."

Aden'i korkutamamıştı. Oynadığı rolü gülümseyerek karşıladı. "Benden kurtulmak çok basit beyefendi," diye karşılık verdi Aden. "Park mı yok? Bas git istediğin yere, ardından geleceğimi sanıyorsan çok yanılıyorsun. Benim buraya gelme nedenim sen değilsin, okulum."

"Bana bak, sen beni anlamadın herhalde. Burası benim için çok önemli," diye karşılık verdi İstanbul. "Gülhane'yi bir kadın yüzünden terk edecek değilim. Buraya ait olmayan sensin ve sen gideceksin. Anlıyor musun hemen gitmen gerekiyor. Park mı yok, git başka yerde kal. Derdin ne bilmiyorum. Çek git, yoksa kötü şeyler olacak. Yoksa o tepeye çıkar, topunuzun çadırını söküp Boğaz'a atarım."

İstanbul durmuyordu. Onun iyice tuhaflaştığını düşündü Aden. "Sen delirdin mi? Tepkin sence de aşırı değil mi?"

Arkadaşları tekrar bağırarak İstanbul'u çağırdılar. Bu kez hemen gelmesi için çok ısrar ediyorlardı. Karışıklık çıkaran çocuğu bir türlü zapt edememişlerdi. "Neyse, uyarılarıma kulak verirsen iyi edersin," diye giderayak gözdağı verdiğinde bakışları karanlıktı. "Buradan bir an önce gitmen senin için iyi olur. Zaten buraya ait değilsin."

Arkasından sinirle soluyan Aden, "Burayı gidecek yeri olmayanların yurdu sanıyordum," dedi imalı bir ses tonuyla.

İstanbul durdu ve başını hafifçe arkaya çevirip, "Yanılıyorsun, burası yurdu olmayanların yeri," diye karşılık verdi.

Gitmek için yeniden hareketlenmek üzereydi ki Aden'in homurdandığını duyunca vazgeçti. "Ne var, hâlâ ne anlatıyorsun?"

"Onca zenginliği bırakıp da bu sefillikte ne bulduğunu söyler misin?" diye sordu Aden.

"Demek kalkınmadan arındırılmış bakir topraklarda ne bulduğumu merak ediyorsun." Dudağının kenarını başparmağıyla kaşıyordu. "Burada yaşanan basit hayatın en büyük güzelliği yastığa başımı koyduğumda bebekler gibi uyuyabilmem."

"Duyan da çölde cenneti buldun sanır. Neden bindiğin dalı kesip lehine olan şeylere karşı çıktığını bir türlü anlayamıyorum. Sen zengin bir aileden geliyorsun, ezilmiş değilsin ki neden sistemle bu kadar uyumsuzsun?"

"Kapitalizm öyle bir illet ki sadece kölelerinin değil, efendilerin de hayatını zindana çeviriyor." Aden'e doğru bir iki adım atıp yaklaştı. "Zenginliğe katlanmak öyle meşakkatliydi ki içtenlik ve gerçeklerden yoksun o dalkavuklardan bezmiştim; günlerce uykusuz kalıp psikiyatristlerle ve uyuşturucularla ayakta zor durabiliyordum." Parkı işaret etti. "Fakirliğe katlanmak benim için çok daha kolay."

"Ne olursa olsun bir düzen mutlaka gerekli, eminim ki sizin bile uyguladığınız bir sistem vardır."

"Bu parkta düzen yok. Bu yüzden bizden uzak dursan iyi olur. Yoksa canın yanar Aden."

Tehdit dolu uyarısını yaptıktan sonra arkadaşlarının yanına doğru hızla uzaklaştı. Emirler yağdırdı, sürekli itiraz ederek herkese sorun çıkaran çocuğun yakasına yapışıp avını parçalamaya hazırlanan bir kaplan zarafetiyle sert uyarılarda bulundu. Deminden beri hiç kimsenin uyarılarına kulak asmayan çocuk birden sakinleşerek yola geldi.

İstanbul kafasını çevirip Aden'e baktı, gözleri bana sakın bulaşma der gibiydi. Rol yaptığını düşünen Aden, "Beni bunlarla korkutamazsın," diye mırıldandı. Bu hareketler Aden'de tam tersi etki yaratıyor; onu alt etme isteğiyle dolup taşırıyordu.

O esnada yanına gelen Zeynep, "Bu çocuğun seninle derdi ne?" diye sordu.

Yarım ağızla söylediği kelimelere yorum yapmak yerine yüzüne bakmakla yetindi. Yalan söylemek istemiyordu. Öğrenmek için ısrar edince konuyu değiştirmeye çalıştı. "Zeynep işe geç kalacaksın."

"Seni böyle yalnız bırakıp gidemem. En azından Merve'ye az önce olanları açıklamalıyım. Daha ilk günden seni yanlış tanımasını istemeyiz ikimiz de."

Dediğini yaptı ve Aden'le birlikte tattoo çadırına gidip dükkânı az önce açan Merve'ye olanları izah etti. Savaş da olayları duyup gelmişti. O, İstanbul'dan bir iki yaş büyüktü ve Zeynep'in söylediğine göre iyi anlaşıyorlardı. Bildiği kadarıyla Savaş İstanbul gibi delinin teki değildi, daha aklı başında biriydi.

"Hadi sen artık git," dedi Savaş Zeynep'e. "Gerisini biz hallederiz."

"Ama aklım Aden'de kalacak."

"Başımın çaresine bakabilirim, sen git," dedi Aden.

"Onu merak etme," dedi Savaş. "İstanbul meselesini de bana bırakın. Ben onu hallederim."

"O zaman bir sorun olursa beni mutlaka arayın, hemen gelirim, tamam mı?" dedi Zeynep.

"Tamam," derken Savaş göz ucuyla gülümseyerek Aden'e baktı. Aden zorla da olsa sahte bir gülücükle karşılık verdi ona.

"Hadi canım sana iyi şanslar," dedi Zeynep ve Aden'e sarıldı. "Dayınla Ankara'ya neden gitmediğini şimdi iyi anlıyorum. Sen burada kalıp bunları yazmalıydın. Bir gün büyük bir yazar olacağından eminim," diye kulağına fısıldadıktan sonra defteri ona geri verdi ve işe yetişmek için Sultanahmet kapısına doğru hızlı bir şekilde yürümeye başladı.

Aden bunun boş bir dilek olduğunu biliyordu; yine de elindeki deftere baktı ve içinde ne olduğunu anlayamadığı bir umut ve heyecanın kımıldadığını hissetti.

Aden bakışlarını yeniden kütüphaneye çevirdiğinde İstanbul merdivenleri çıkmıştı ve içeri girmek üzereydi. Her halinin karizmatik gelmesi sinir bozucuydu. Aden'in yüzünde sinsi bir gülümseme belirdi, çünkü tattoo çadırı ve kütüphane neredeyse karşı karşıyaydı. Yakın olmak iyiydi, biraz uğraşacaktı onunla, çekeceği vardı Aden'den. Onu henüz tam olarak çözememişti; ama boş değildi bu adam, belki de hayatında karşılaştığı en ilginç vakaydı. İtiraf etmesi gerekirse kütüphanede ışıl ışıl parlayan karanlık dünya Aden'i çok fena çekiyordu içine. Kalbinin sesini takip edip, karanlığın derinleştiği yere göz atmazsa merakından ölürdü. Kim ne derse desin o kapının ardına bakacaktı.

Yorumlar

  1. Borçlarınızı ödemek için acilen bir krediye mi ihtiyacınız var veya İşinizi Geliştirmek için bir krediye mi ihtiyacınız var? Bankalar ve diğer finansal kuruluşlar tarafından reddedildi? Daha fazla arama çünkü tüm finansal problemlerinizi geçmişte bırakmaya çalışıyoruz. 1 ila 30 yıllık bir geri ödeme süresi için% 2 oranında 5.000 ila 20.000.000.00 arasında borç veriyoruz. Bu aracı, size güvenilir ve faydalı bir yardım sağladığımızı ve kredi vermeye istekli olduğumuzu bildirmek için kullanmak istiyorum. Öyleyse bugün e-posta yoluyla bize ulaşın: haleyturnerloans@gmail.com. ADI: ÜLKE: TELEFON NUMARASI: KREDİ MİKTARI: KREDİ SÜRE: Teşekkürler Bayan Haley

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

16-Takas Kütüphanesi

16 Takas Kütüphanesi Kısa zamanda parktaki insanlarla tanışıp kaynaştı ve arkadaşlarına ufak tefek dövmeler yapmaya başladı. Aden'in ilk denemelerinde iyi işler çıkardığını gören Merve, ücret karşılığında dövme yapmaya başlayabileceğini söyledi ve hangi modelleri yapabileceğini katalogdan tek tek gösterdi. Müşterilerin istediği modeller Aden'in yapabileceği tarzda değil ise Merve'ye haber veriyor, ustası akşamları çadıra gelip geç saatlerde de olsa o müşterilerin dövmesini yapıyordu. Ne var ki müşteri sayısı çok azdı, Aden hiç para kazanamıyordu. Parasızlık canına tak edince sabretmek zor gelmeye başlıyor, 'Buradaki insanların dövme yaptıracak hali mi kalmış, hangi akla hizmet bu işe girdim' diye kendine kızıyordu ama çadır kentte dövmecilik yapılmayacağını bile bile sırf mesleği öğrenmek için işe başlamıştı ve o anlamda işler tahmin ettiğinden daha iyi gidiyordu, çünkü öğreniyordu. İşinin en iyi tarafı ders çalışmasına engel olmamasıydı. Buna rağmen doğru düz

Yarım Adam Romanı Önsöz ve Arkakapak

YARIM ADAM (ARKA KAPAK) Binalardan kaçanların toplandığı Taksim Meydanı mahşer yeri gibiydi. Aden ve İstanbul kalabalığın arasında artçıların geçmesini bekliyorlardı. Kandilli Rasathanesi elli beş saniye süren depremin merkez üssünün İstanbul, şiddetinin yedi virgül beş olduğunu açıklamıştı. Tarihe 2 Nisan İstanbul depremi olarak geçecekti... Deprem modern dünyayı yerle bir ederken Aden'in uyutulduğu taştan beşiği devirdi. Vahşi doğa tarafından yıkılmış, binaları yangın alevlerince yutulmuş, ölümün kol gezdiği İstanbul'da gerçeğin karanlık yüzüne doğru yaptığı yolculuk onu dehşet verici yerlerden geçmek zorunda bıraksa da korkunç bir kâbustan uyanmasını sağladı. Ama hakikati yaşayabileceği yeni bir hayata gözlerini açtığının henüz farkında değildi; çünkü elli beş saniye; yaşadıklarını anlayabilmesi için çok kısa, kaosla tanışmanın şiddetine dayanabilmesi içinse çok uzundu. İstanbul sarsıcı bir filozof ve karanlık bir şairin bedeninde ete kemiğe büründü. O, özgürlük atmosf

4.Bölüm:Çırpınış

4 Çırpınış Kendine geldiğinde gözleri, elleri ve ağzı bağlıydı. Dalgalanan zemin, kürek sesi ve burnuna dolan deniz kokusu... Sandalda olmalıydı. Bilincini kaybetmeden önce İstanbul'un, "İşte şimdi tamamen elimdesin," dediğini hatırladı. Kaçırılmıştı. İnleyerek sesini duyurmaya, sağa sola dönerek bağlarından kurtulmaya çalışırken bir el omzundan yakalayıp onu durdurdu. "Demek uyandın." İstanbul'un sesiydi bu. "Aden bana güvenmelisin. Bunu senin iyiliğin için yapıyorum." Aden durmadı, bağlarından kurtulmak için sağa sola dönmeye devam etti. Neden kaçırıldığını, nereye götürüldüğünü ve İstanbul'un ne yapmayı planladığını bilmemek onu dehşete düşürüyordu. Sadece, "Mmmm..." diye iniltiler çıkarabiliyordu. Diliyle ittirip ağzındaki bağı çözmek için uğraştı, ama yaptıklarının hiçbir faydası olmuyordu. Dıştan takma motorlu, eski ve küçük bir sandaldaydılar. Motor arıza verince İstanbul yolun kalan kısmında kürek çekmek zorunda kal