Ana içeriğe atla

7-Plan

7

Plan

İstanbul altı yedi saatte bir geliyor, yiyecek bir şeyler bırakıp gidiyordu. Aden, gizemli sözlerinin ne anlama geldiğini çözmek için her geldiğinde ona sorular yöneltti, ne var ki İstanbul onun sorularını hep cevapsız bıraktı. Üstelik depremin üzerinden beş gün geçmiş olmasına rağmen ailesinin durumunu öğrenememişti, onlar hakkında tek kelime bile ettirmiyordu. Bu işkenceyi ona neden yaptığını anlamak istiyordu Aden. Tabii her şeyden önemlisi silahtı. Neden silah taşıdığını çözememişti.

İstanbul öğlen yemeğini getirdiğinde Aden masadaydı ve önceki yemeklere dokunmamıştı. Daha önce getirdiklerinin aynen durduğunu gördüğü halde hiçbir şey söylemeden tepsiyi önüne koyup yemesini bekledi. Aden kararlıydı, olayların üzerindeki sis perdesi aralanmadan hiçbir şey yemeyecekti.

İstanbul onu bir süre ses çıkarmadan izledikten sonra sinirlendi. "Yiyip yemediğini umursadığımı mı sanıyorsun?"

"Benim de umurumda değil. İstediğim tek şey gitmek, eğer buna izin verirsen beni kaçırdığını inan ki kimseye söylemem. Bu konuda sana söz veriyorum."

"Aynı yerde dönüp durmayalım."

"Beni boş yere tuttuğunu anlamayacak kadar aptal olduğunu zannetmiyorum." Sustu ve biraz sakinleşmeyi bekledikten sonra daha yumuşak bir tavırla sözlerine devam etti. "Lütfen bana burada neler olduğunu anlat." Bir cevap vermeyince sözlerine devam etti. "Bırak beni, gidip ailemi bulmaya çalışmam lazım. Bunu bana neden yapıyorsun? N'olursun, sorularıma cevap ver artık. Soyadımı nasıl bildiğini söyle, 'Ben seni zaten öldürdüm,' derken ne demek istedin? Beni neden kaçırdın, asıl amacın ne?"

"Bitti mi?" dedi İstanbul. "Tüm bunları senin iyiliğin için yapıyorum. Gerçek ve yeni bir hayatın olmasını istiyorum. Sen burada hiç olmadığın kadar özgürsün ama farkında değilsin."

"Beni buraya hapsedip yalnız bırakarak özgürleştirdiğini mi iddia ediyorsun? Kim olduğunu ve benden ne istediğini neden söylemiyorsun?"

"Söz dinleyip yemeye başlamanı istiyorum. Aksi takdirde giderim ve uzun bir süre buraya adımımı bile atmam, büyük ihtimalle açlıktan ölürsün. Böylece seninle uğraşmaktan kurtulmuş olurum."

Aden isteğine uydu ve sinirli bir şekilde ekmeği ağzına atıp çiğnemeye başladı.

"Uykunda bağırıp çağırdığın adam kim?" diye sordu İstanbul. "Uyurken ona sürekli hakaretler ediyorsun. Neden bu kadar kızgınsın, sana ne yaptı?"

"Kimin adını sayıkladım?" diye sordu kinayeli bir sesle. "Yoksa Cevdet Güney mi diyordum?"

"Adını söylemedin, hayatını mahvetmekle suçluyordun," diye yanıtladı İstanbul. "Cevdet Güney senin neyin oluyor?"

"Sanki bilmiyormuş gibi sorup durma." İstanbul bir karşılık vermeyince Aden sözlerine devam etti. "Oyun oynamak zorunda değilsin. Cevdet Güney'in benim babam olduğunu biliyorsun. Söyle bakalım şimdi sırada ne var?"

"Demek senin baban inşaat sektörünün usta dolandırıcısı Cevdet Güney, sen de onun biricik kızısın."

"Diyelim ki sana inandım İstanbul. Yani sen babamın hangi sektörde olduğunu tesadüfen biliyorsun ve beni de tesadüfen kaçırdın," dedi küçümseyici bir tavırla gülümseyerek. "Ama ben bu oyunu oynamak istemiyorum. Amacın babamdan fidye istemekse neden ailemle temasa geçmiyorsun?"

"Seni o kan emiciden fidye istemek için kaçırdığımı sanıyorsan yanılıyorsun."

"Babam hakkında araştırma bile yapmışsın. Ne işle uğraştığına kadar biliyorsun ve..." Silahın var diyecekti ki bunu bildiğini söylerse mermileri kontrol edeceğini düşünerek söylemekten vazgeçti.

"Köprülerin yıkılmayacağına güvenme sebebini anlatırken babanın müteahhit olduğunu kendin söylemiştin", diye karşılık verdi İstanbul.

Aden babasının işinden ona bahsettiğini hatırlamıştı, yine de geri adım atmaya niyeti yoktu. "Bu hiçbir şeyi değiştirmez. Ben saf değilim. AVM'nin içinde çantamı bulduğunu tahmin edebiliyorum. Nüfus cüzdanımı incelediğini ve kimin kızı olduğumu anladığın için beni kaçırdığını biliyorum. Hatta cep telefonumun bile sende olduğunu düşünüyorum; aksi halde AVM'den çıktığımızda telefonun var mı diye sorduğumda o kadar agresif cevap vermezdin. Benim hayatta olduğumu bilmezlerse sana para ödeyemeyecekleri için babamı aradığından eminim. Başka türlü babamla aramızın ne kadar bozuk olduğunu nasıl bilebilirsin? Üstelik babamla aramızın iyi olmadığını bilmesen benim yanımda onun hakkında böyle konuşmaya cüret edemezdin. Onu aradın ve sana benim için beş kuruş vermeyeceğini söyledi, öyle değil mi? Tamam, belki bu kadar açık konuşmamıştır ama ilgisiz davrandığından eminim. Sana inanmamış gibi yaparak benden kurtulduğuna içten içe sevindi, öyle değil mi?"

"Paranoyak olmuşsun Aden. Üzgünüm, bu hale gelmeni istemezdim. Sana her şeyi açıklarsam emin ol bu sana zarar verir. Bana güvenmek zorundasın. Tüm bu belirsizlik seni korumak için. Neler olduğunu bilmemek senin için çok daha iyi, en azından hayatta kalırsın. Söylesene, babanla aranız neden bozuk, ne yaptı sana?"

Çocukluk döneminin acılarını deşerek kabuk bağlayan yarasını kanatmak isteyen bu adam kimdi ve ondan ne istiyordu?

"Sevdiğim birinden bahsetmiyoruz; ama bu, babama saygısızlık etme hakkı vermez sana."

"Babanı geç, onun kim olduğu belli, peki sen kimsin? Kâbuslarında babasına olan nefretini kusup genlerinden kurtulmak isteyen asi kız mı yoksa uyandığında babasının dizinin dibindeki yerini arayan kedicik misin?"

"Sana ne, kimsem kimim! Bu seni neden bu kadar ilgilendiriyor?"

İstanbul gülümseyerek, "Birlikte az şey paylaşmadık, birbirimizi tanısak iyi olur," dedi.

"Babamla aramızdaki meseleye olan ilginin tek sebebi benim için sana neden fidye ödemediğini anlamaksa bil ki boşa kürek çekiyorsun; çünkü bu çok karışık bir konu."

"Anlayabileceğimden eminim. Seni fidye istemek için kaçırmadım, bana güvenemez misin? Ben sadece baban yaşıyorken aranızı düzeltmenizi tavsiye edecektim. Sevdiğin birini kaybettikten sonra bu fırsatı bulamamanın acısını tarif etmem imkânsız."

"Demek ki sevdiğin birini kaybettin, anlatmak ister misin? İyi bir dinleyiciyimdir."

"Aden söz veriyorum sen anlatırsan ben de anlatırım ve belki o zaman istediğin cevapları kısmen de olsa alabilirsin. Deprem olana kadar anlık mükâfatlar peşinde dolanıp duruyordun. AVM zihnin için kapalı cezaeviydi, ama deprem tarafından yıkıldı; artık zihnini özgürleştirebilirsin."

"Bir dakika ne demek bu? Yani biz şimdi kalkıp dünya görüşlerimizden mi bahsedeceğiz?"

"Hapishanede olduğunu bilmek mi rahatsız etti seni?"

"Ne hapishanesi? Bize orada sunulan mutluluklar geçici olsa da AVM'leri hapishane olarak nitelemen çok saçma. Ben kendimi bir tek öyle yerlerde özgür hissediyorum."

"Kendini kandırmak işe yarıyor mu?"

"Ne kandırması? Ben alışveriş merkezlerini seviyorum."

"İyi, kendini hapsetmeye devam et o zaman." Bir sigara yakıp dumanını üfledikten sonra sözlerine devam etti. "Sen bir düş dünyasına, bilinçli bir rüyaya kapılarak yaşamak istiyorsun, ama aç gözünü Aden; çünkü bu rüya kâbusa dönüşmüş durumda. Uyanmazsan bunu asla fark edemeyeceksin."

"Bu dünyada kâbusa dönmeyen bir rüya kaldı mı İstanbul? SSCB neden dağıldı, sosyalizm neden çöktü? Komünist rejimlerin hali ortada, keza dini rejimlerin de öyle. Bu yüzden bana anti-propaganda yapacaksan boşa vakit kaybedersin."

"Benim komünist ya da sosyalist olduğumu mu sanıyorsun? Ben ne kapitalistim ne de zannettiklerindenim. Ben hiçbir rejime sığamam, beni zihnen hapsedemezler."

"Ben alışveriş merkezlerinin böyle bir dünyada yaşamamızın sebebi değil, sonucu olduğunu düşünüyorum," dedi Aden. " Bu yüzden AVM'leri hedef alarak konuşan birine karşı düz mantık uygulamakla beni suçlayamazsın. Eğer bir alternatifin yoksa bilinçli bir şekilde kendimi avuttuğum yerlerden beni neden soğutmaya çalışıyorsun?"

"Bir şeye ihtiyacın vardır, içeri girdiğinde sana ihtiyacın olmayan bir sürü şey satarlar," diye karşılık verdi İstanbul. "Bazen zamanı satın aldığını zannedersin, bazen güzelliği, bazen de sağlığı, hatta geleceği... O kadar çok farklı metaya maruz kalırsın ki tüketim açlığını sürekli tetikleyen bu ürünler senin için değil de sen onlar için yaratılmış olursun. Söyler misin depremin olduğu gün AVM'ye neden gitmiştin?"

"En sevdiğim arkadaşım Cansu'ya doğum günü hediyesi almak istiyordum."

"Arkadaşına hediye almak için gelen şımarık bir zengin kızına gereksiz onlarca şey sattılar, öyle değil mi?"

Cansu onun Merter'den çocukluk arkadaşıydı. Aden bir tek onun yanında kendisi olabiliyordu. Özel okulların şımarık çocuklarıyla yıldızları uyuşmamıştı. Modayı birlikte takip etme dışında hiçbir konuda anlaşamadığı o insanlar gibi değildi Cansu. Arkadaşının hayatta kalmış olmasını diledi içinden.

İstanbul durmadı, sigarasından derin bir nefes aldıktan sonra sözlerine devam etti. "Adeta ibadet eder gibi düzenli alışveriş yaptığını ve en büyük günahı işleyip mutluluğu satın almaya çalıştığını sanırım inkar etmiyorsun. Alışveriş müptelaları da tıpkı uyuşturucu bağımlıları gibi iradelerini yitirmişlerdi. Söylesene o gün AVM'de sana neler sattılar: Zamanı mı mutluluğu mu güzelliği mi?"

"Çocuklar için bir şeyler almıştım."

Aldığı yanıt karşısında duraksayan İstanbul, "Hangi çocuklar?" diye sordu.

"Merter'de eski mahallemizdeki fakir çocuklar."

"Eski mahalle derken Cevdet Güney eskiden fakir değildi ki..."

'Paranın peşinde bu, babamla bu yüzden ilgileniyor. Kaçırılma nedenim fidye ise gerçekleri bilmesi iyi olur,' diye düşünen Aden ona geçmişinden bahsetmesi gerektiğine karar verdi. "Babam değil, biz fakirdik," dedi. "Ben çocukken annemle o semtte yaşıyorduk."

"Yani annen ve baban ayrı mıydı?"

"Annem bana hamile kaldığında babamla evli değillermiş. Babam kürtaj için çok baskı yapmış; annem kabul etmeyince..."

"Kadını terk edip gitmiş, öyle değil mi?"

Bu bir soru değildi, tahmin yürüterek sözünü tamamlamıştı. Şaşkınlığını üzerinden atan Aden, "İyi tahmin, terk edip kayıplara karışmış," diyerek onu onayladı. "Ama babam sonra döndü."

"Peki, ne zaman döndü?"

"Ben dokuzuncu sınıftayken," diye yanıtladı. " O zamana kadar annem beni tek başına büyüttü. Merter'de bir tekstil fabrikasında çalışıyordu, oraya yakın tek odalı bir evde oturuyorduk... Yeterli mi başka soru var mı?" 'Artık parasını alamayacağını ve beni hemen bırakması gerektiğini anlamış olmalı.'

Onun hakkında önyargıları bir anda tepetaklak olan İstanbul şaşkınlığını gizlemeye çalıştı. "Demek annen tekstil fabrikasında işçiydi, yani şu içinden çıkmadığın giyim mağazalarının mutfağında çalışıyordu ve babanı liseye kadar hiç görmedin. Peki, onca yıl sonra size neden dönmüş?"

'Bana inanmıyor mu bu?' "Bilmiyorum, zaten bizimle pek konuşmaz. Sanırım birden aklına gelmişiz. Tüm akrabalarından kaçırılıp gizlenen gayri meşru kızını ve unutamadığını söylediği Gülşah'ını görme isteğiyle yanıp tutuşmaya başlamış. Anneme evlenme teklif etti ve Annem de..."

"Gülşah Güney olmayı kabul etti," diyerek bir kez daha Aden'in sözlerini tamamladı. İtiraz etmediğini görünce de devam etti. "Aldığı üç kuruş maaşla kızının iyi bir eğitim almasını sağlayamıyordu. Namussuz bir toplumda, alın teriyle para kazanan bir insanın çocuğunu iyi bir üniversiteye gönderemediği berbat bir sistemde yaşadığından o namussuzla evlenmek zorunda kaldı. Baban anneni senin yüzünden terk ettiği için kendini suçluyordun. Sırf seni doğurmak istediği için yalnızlığa terk edilen annen, tek başına bin bir zorluğa göğüs gererek seni büyütmek zorunda kalmıştı. Anneni bir kez daha yalnızlığa düşüren kişi olmamak için evliliklerine karşı çıkmadın."

Bugüne kadar onu kimse bu kadar çabuk ve hatasız çözümleyememişti. "Bu kadar şeyi nasıl tahmin edebilirsin?"

"Seni anlayabileceğimi söylemiştim," diye karşılık verdi. "Maskenin altındaki yüzünden her şey çok net bir şekilde okunabiliyor; buna rağmen asıl önemli olanı tahmin edemedim." Sustu ve biraz düşündükten sonra sözlerine devam etti. "Aden sana ne olmuşsa sonradan olmuş. Bugün çoğu insan ya ruhsuz doğuyor ya da doğar doğmaz ruhları boğazlanıyor; ama sende öyle olmamış. Toplumun dışlaması seni özel kılmış... Ne var ki sen toplumdan uzak, steril bir ortamda büyümenin değerini bilemediğinden ruhunu koruyamamışsın..."

Aden utandı, yüzünün kızardığını hissedebiliyordu. Bu halini görmesinden rahatsız olunca konuyu değiştirmek istedi. "Ben varoşlarda, yokluk içinde büyüdüm, ya sen?"

İstanbul onu duymamış gibi yaparak, "Sonra ne olduğunu anlatmadın," dedi. "Babanla işleri neden düzeltemediniz?"

"On beş yaşıma kadar hiç görmediğim bir adamdan bahsediyoruz," dediğinde babasına karşı hissettiği öfke gözlerinden taşıyordu. "Karşıma geçip kendisine baba dememi bekledi ama bu mümkün değildi."

"Sonra fiyatın arttı değil mi?"

Aden duyduklarının şaşkınlığı içinde, "Ne saçmalıyorsun sen?" diye sordu.

"Baban senin duygularını parayla satın almaya kalkışmadı mı?" İstanbul susup biraz bekledi. Aden'in bir şey söylemeyince anlayınca devam etti. "Daha öğrenciyken altına çekilen arabaya ve üstüne başına bakılırsa bu klasik taktik işe yaramış görünüyor. Etrafına yavaş yavaş örülen parmaklıklara öyle bir alışmışsın ki dışarda özgür bir hayat olduğunu kendine tamamen unutturmuşa benziyorsun."

"Dışardan bakınca öyle biri olduğum zannedilebilir, ama beni tanımıyorsun. Ben sandığın gibi biri değilim."

İstanbul alaycı bir gülümseme eşliğinde, "Kendini hâlâ özel sanıyorsun. Gerçek şu ki sen ruhunu satmışsın," dedi. "Bunun acısını bilirim. Bu yüzden martaval okuma. Ruhunu nasıl ve ne zaman sattığını, hayatının en berbat anını, özünün eksikliğinin dayanılmaz acısını kendine unutturmak için AVM'lerden çıkmadığını, kendini uyuşturmaya çalıştığını biliyorum. Şu an sana baktığımda geceleri babasına haklı olarak küfreden kızı değil, kredi kartlarının ödemesi için gündüzleri ona yalakalık yapan kızı görüyorum."

Aden daha fazla katlanmayacaktı. "Asıl sen kendine bak," diye karşılık verdi. "Hadsiz şey, sen kendini ne sanıyorsun?" Sinirden titriyor, konuşmakta zorluk çekiyordu. "Aynaya bakması gereken biri varsa o kişi sensin. Hayret bir şey ya, azılı bir suçlu gibi davranan biri karşıma geçip de hakkımda ahkâm kesemez. Beni niye kaçırdığını da babamla neden bu kadar ilgilendiğini de biliyorum. Gerçekte kim olduğunu benden neden gizlediğini biliyorum, her şey fidye için. Babamdan alacağını aldıktan sonra beni öldürmek zorunda kalmamak için kimliğini benden gizliyorsun. Tamam, iyi o halde, bence de en doğrusu bu. Anlatmak istediğim şey şu: Babam asla sana peşinde olduğun rakamı vermez, ama ben veririm. Eğer beni serbest bırakırsan sana onun internet bankacılığında kullandığı şifrelerini söylerim ve hesaplarını boşaltmana yardım ederim. Şimdi beni neden serbest bırakman gerektiğini anladın mı? Limitsiz bir şekilde transfer yapabileceğin yüklü hesapların şifrelerini biliyorum, parayı babamdan benden alacaksın."

"Aden her şeyi anladığını sanıyorsun ama hiçbir şey anladığın yok. Cevapları ve eski kimliğimi tamamen senin iyiliğin için gizliyorum. Hani derler ya ikinci kez doğdum diye; işte ben depremden sonra gördüğü yıkım karşısında, ait olduğu yeri bulmuş ve kim olduğunu anlamış biriyim. Sen beni böyle bil ve yeni halimle tanı yeter. Gerisini kurcalama, bu senin için hiç iyi olmaz. "

"Bana açıklama yapacağına dair söz verdin. Eğer fidye peşinde değilsen beni buraya neden getirdin? Bütün bunların anlamı ne?"

"Sadece bir kez anlatacağım, bu yüzden iyi dinle. Göremediğin bir zihin hapishanesindesin. Sen bir tüketim kölesisin, modern dünya nimetlerinden oluşan parmaklıkların arasında sıkışıp kalmış bir köle. Şehri yerle bir eden deprem, çözümü de beraberinde getirdi ve bir türlü kurtulamadığımız girdaptan bizi çıkardı. Bu şansı iyi değerlendirip ürettikleri mal ve hizmetlere yüz çevirmeyi ve hatta kaybetmeyi öğrenerek özgürlüğü kalıcı hale getirebiliriz."

Aden daha fazla sabredemedi. "Yani sen şimdi beni hapsederek, depremden önce, aslında göremediğim bir hapishanede yaşadığımı göstermeye çalıştığını mı söylüyorsun? İyilik dediğin şey bu mu?"

"Ben sana sadece anlatabilirim Aden, bu hapishaneyi ancak kendin istersen görebilirsin ve bunun için de bir seçim yapmalısın."

"Ne seçimi, neyi görecekmişim ben?" diye çıkıştı Aden. "Beni kaçırıp hapseden tüketici toplumu değil ki sensin. Alışveriş yaparken kendi rızamla yapıyorum; ama burada zorla tutuluyorum."

"Sizi rıza yoluyla pasifleştiriyorlar. Tüketici toplumu sadece iyi bir tüketici olmanı bekler, insan olmana izin vermez. Aden o ürünlere ben de bağımlıydım, vazgeçemediğim şeyler depremde doğa tarafından silinip süpürüldüğünden beri kurtulduğumu hissediyorum. Eğer beni dinlersen sahip oldukların bundan sonra sana sahip olamayacak. Ancak her şeyini kaybettikten sonra sil baştan başlayabilirsin, sana bunu teklif ediyorum. Hazır olup olmadığını bilmiyorum. Eğer bu hastalıklı sistemin dışında kalmayı seçmek istersen sana göre de bir ceset bulabiliriz, ne dersin?"

Aden'in gözleri fal taşı gibi açıldı, yine de sakinliğini korumaya çalıştı. "Böyle bir şeyi neden isteyecekmişim ki?"

"Ölmek özgürlükmüş Aden. İnsanın kendisi ile arasındaki mesafeyi kapatıp gerçek bir hayat yaşaması için ölmesi gerekiyormuş; reklamlar ve imajlarla sürdürdükleri kesintisiz söylevin tek panzehiri bu. Zihin hapishanesindeki gardiyanların çenesini kapamak ve sahte hayatına karşı bilinçaltındaki övgü dolu monoloğa son vermenin başka yolu yok. Sana asla sahip olamayacağın ve tadını çıkara çıkara yaşayacağın gerçek bir hayat sunuyorum."

"Allah aşkına, kendini ölü göstermenin nesi gerçek?"

"Sistemin virüsü olan paraya bulaşmadan yaşayabildiğin ölçüde gerçektir hayatın. Herkes isminin altında malları mülkleri toplamak için yırtınıp dururken ölüysen bunu istesen de yapamazsın; tamamen kayıt dışındasındır, nüfus cüzdanın dahi yoktur, banka hesabı bile açamazsın. Ruhunu ve enerjini bankalara ya da tapu dairelerine yeniden kaptırma riski taşımazsın. Beni buraya getiren şey seni de getirdi. Başıboş olmak, geçmişten ve sorumluluklardan kurtulmak sana da çekici gelmese en başta çekip giderdin; ama sen beni takip ettin. Seni buraya getiren şeyin ne olduğunu biliyorum Aden; neden mutlu olmadığını, neden yalnız olduğunu ve alışverişlerle hangi boşluğu kapatmaya çalıştığını biliyorum. Her gün ruhunun bir parçasının daha kopup gittiği o boşluğu tüketimle değil, ancak ölümle kapatabilirsin ve ancak ölü olarak hayatı dolu dolu yaşayabilirsin."

En başından beri onun normal biri olmadığının farkında olmasına rağmen karanlık sularda ışıldayan mavilikten bir türlü kopamamış, ondaki bir şey Aden'i hep daha derine çekmişti. "Depremde büyük bir travma yaşadık," diye karşılık verdi ona. "Hepimiz zor günler geçiriyoruz; fakat bu yıkım seni anlaşılması güç bir şekilde etkilemiş. Belki de uzman birinin yardımına ihtiyacın vardır."

İstanbul gülümsedi. "Aklından neler geçirdiğini biliyorum. Salvador Dali: 'Delilerle aramdaki tek fark onların bunu kabullenmemesidir. Ben deli olduğumu biliyorum, sadece yeterince deli olup olmadığımı bilmiyorum...' demiş. Aden deprem şehri yıktı, ben ise şehirdeki zihniyeti yıkmak istiyorum. Gereksizce tüket, ezerek kazan düşüncesi üzerine kurulan uygarlığı yerle bir edecek gerçek bir yıkım başlatabilecek kadar delirip delirmediğimi hep beraber göreceğiz."

İstanbul'un haksızlıklarla dolu dünyaya karşı içinde taşıdığı kızgınlık karşı konulmaz bir şekilde Aden'in de ilgisini çekiyordu ama bu derecede güçlü bir nefret onu korkutuyordu. "Senin ailen yok mu?" diye sordu. "Öldüğünü zannettiklerinde, annenle babanın ne kadar acı çekeceğini tahmin edemiyor musun?"

"Omlet yaparken yumurtayı kırmak zorundasın," diye karşılık verdi İstanbul.

"İnanmıyorum."

"Neye inanmıyorsun?"

"Bu rolüne. Çok zorluyorsun. Sana ailenin çekeceği acılardan bahsediyorum, sen umursamıyormuş gibi davranıyorsun. Hiç kimse bu kadar duygusuz olamaz. Bana gerçeği söyle, seni gördüm."

"Neyi gördün?"

"Sürekli yanında taşıdığın o fotoğrafa bakarken ve onu öperken seni gördüm. Cüzdanına nasıl itinayla yerleştirdiğini, senin için ne kadar önemli olduğunu biliyorum. İstediğin kadar oyun oynayabilirsin ama bil ki duygularını hiç gizleyemiyorsun."

"Beni anladığını mı sanıyorsun?"

"Evet, sevgilinin fotoğrafını öperken yüzündeki ifadeyi gördüm. Seni hayata bağlayan birilerinin olduğunu biliyorum. Bana yalan söyleyip durma..."

"Kes sesini!" diye bağırdıktan sonra İstanbul'un eli bir an cüzdanına gitti. Cüzdanın arka cebinde olduğunu anlayınca gözlerini yumup rahat bir nefes aldı. "Fotoğraftakilerden biri babam diğeri de kız kardeşim, lafını bil de konuş. Üstelik ikisi de altı ay önce trafik kazasında öldü."

Acı bir sessizlik girdi araya. Aden'le göz göze gelmemeye çalışıyor, dümdüz duvara bakıyordu. Saklamak için ne yaparsa yapsın, gözlerinin içindeki hüznü taşıyamadığı ortadaydı. Belli ki çok ağır şeyler yaşamıştı.

"Çok üzüldüm. Bilsem o şekilde sormaz, acını hatırlatmak istemezdim. Amacım onlara saygısızlık etmek değildi."

"Acımı deşmen iyi oluyor, içim intikamla dolup taşıyor," dedi buz gibi bir sesle.

"Kimden intikam almak istiyorsun?"

"Bu dünyayı böyle kuran işadamlarından, kan emici vampirlerden..."

Kısa bir sessizlikten sonra, "Babanı ve kardeşini ne kadar çok sevdiğini ve kaybından dolayı nasıl acı çektiğini görebiliyorum," dedi Aden. "Peki ya annen?"

"Annem ben yedi yaşındayken öldü!"

İstanbul onu bir kez daha sert bir şekilde yanıtlamıştı. Önce nasıl bir tepki vermesi gerektiğini kestiremeyen Aden bir kez daha, "Çok üzgünüm," dedi. Aklına söyleyecek başka bir şey gelmiyordu. Nasıl gelsin ki ne sorsa, nereye el atsa öfkesinin altında kanayan başka bir yaraya temas ediyordu.

İstanbul bir çırpıda söylediği şeylerden sonra duvarı boş boş izlemeye başlamıştı. Yüzünü kaplayan acı ifade çok şey anlatıyordu. Gözleri dolmuştu, neredeyse ağlayacaktı. Aden tanıdığı en mutsuz insanın o olduğunu düşünüp üzüldü, çünkü o duvarda ömrü boyunca ardından gelecek gölgeleri izlediğini anlayabiliyordu. Bu filmi izleyen herkes onun nasıl bir acı çektiğini hemen fark edebilirdi. 'Sanırım yanıldım, bunun derdi fidye falan değil.'

Bir süre konuşmadılar. 'Bu işi çözmenin tam zamanı,' diye düşünen Aden sessizliği bozdu. "Babamı hemen tanıman ilginç," diyerek söze girdi. "O kadar tanınmış biri değil. İnşaat sektöründesin, öyle değil mi?" Mühendis olduğunu düşünüyordu. İstanbul bir kez daha sessiz kalınca Aden daha sert bir tavırla, "Bana her şeyi anlattırıyorsun, ama kendin hiçbir soruya cevap vermiyorsun," diye çıkıştı. "Söyler misin ne iş yapıyorsun ve kimsin sen? Eğer yine cevaplamazsan bundan sonra bana hiçbir şey sorma; çünkü ben de senin gibi yapacağım."

"İşadamıydım, ama ticareti bıraktım."

Doğru izi sonunda bulduğunu düşünüyordu Aden; üzerindeki pahalı kıyafetlerin kaynağı belli olmuştu. Aden bu kadarla yetinecek değildi elbette. "Ticareti neden bıraktın?"

"Uyuyamıyordum. Şehrin en iyi psikiyatristlerine ve psikologlarına gittim. İdeallere kendimi çok kaptırdığımı söyleyerek sistemin içine çekmeye çalıştılar ama semptomları bile gideremediler. Herkes gibi parça parça ölemedim; belki en doğrusuydu ama ben öyle yapamadım; kazanmak ve kaybetmek üzerine kurulu iş hayatına uyum sağlayamadım."

Aden onu dinlerken dayanamadı. "Biliyor musun ben de psikologlara ve terapistlere az gitmedim. Ne yaparsam yapayım mutlu olamıyordum ama hiçbir işe yaramadılar."

"Mutlu olamıyordun; çünkü işgal altındaydın Aden, toplumsal yaşamın dayattığı kıyafet seçimleri ve davranış kalıpları arasında kıpırdayamaz haldeydin, dayanıksızdın ve yönünü kaybetmiştin. Kişiliğini yansıttığını düşündüğün için çok severek aldığın kazağı, gömleği ya da harika paltoyu başka birinin üzerinde görmek neden berbat bir duygudur biliyor musun? Çünkü seni diğerlerinden ayıran ve özel kılan ne varsa yok etmeye çalışarak tek-tipleştiren bir toplum içinde kapana kısılmış halde yaşadığını hissedersin."

"Bu söylediklerin hiçbir şeyi değiştirmez," diyerek itiraz etti Aden. Onun kaçığın teki ya da ne yaptığını bilmez bir serseri olmadığını anlamak Aden'in işini daha da zorlaştırıyordu. "Ben marka kölesi değilim. Sezon ürünlerini almazsa öleceğini zannedenlerle beni karıştırma."

"Paran var, genç ve güzelsin. Dünya umurunda olmadan, bir sonraki günü düşünmeden, yaşadıklarının kritiğini de yapmadan arkadaşlarınla o konserden bu sinemaya koşturuyorsun. Bu durumda tasasız bir şekilde hayatın tadını çıkarman gerekir, ama sen yaşadığın hayattan sıkılıyordun, haksız mıyım?"

"Herkes yaşadığı hayattan bazen sıkılır, bu çok normal. Bu dünyada bir şeylerin eksikliğini içten içe hep hissettiğim doğru ama ben senin gibi el bebek gül bebek büyümediğim için değiştiremeyeceğim şeyleri kabul edebilme yeteneğini daha küçük yaşta edinmiştim. Şimdi ne mi yapıyorum? Ben olabildiği kadarıyla hayattan tat almaya çalışıyorum ve inan bana iyi bir insan olarak kalabildiğin sürece bunda yanlış olan hiçbir şey yok."

"Kültürün içinde kalma kaygını anlıyorum ama sen de şunu anlamalısın: AVM'lere, özel okullara, pahalı semtlere, otoparklara ve asfaltla kaplı yollara sabitlenen zihin acı verir. Felaketlere sarılmayı öğrenebilirsen zihin hapishanelerinden kurtulabilirsin. Televizyon ekranlarında vekâleten acı çekmekten bahsetmiyorum, hayatını yerle bir eden depremi kucaklaman gerektiğini göstermeye çalışıyorum. Bundan kaçış yok Aden! Eğer kaçınılmaz olandan kaçmaya çalışırsan baban gibilerin açtıkları kucağa düşersin. Kaç kişi seninle aynı marka arabayı kullanıyor Aden? O arabaya sahip olmak için tüm farklılıklarını satan biri nasıl özel kalabilir? Araban mı sana, yoksa sen mi ona sahipsin? Şu an enkaz altında olan o araca sahip olabilmek için kaç bayram babanın elini öptün ve hiçbir şey hissetmediğin halde ona kaç kez gülümseyerek baba demek zorunda kaldın? Altı üstü ulaşımı hızlandırmaya yarayan bir araç için değer miydi? Senin o uyanık baban parayla kıyaslanamayacak kadar değerli olan ruhunu ne kadar ucuza kapatmış değil mi?"

Değiştiremeyeceği gerçekleri daha küçük yaşlarda öğrenmişti. İdeal benliğiyle arasına giren mesafeyi isteyerek artırmamıştı, dünya ne kadar ideal ise Aden'de ancak o kadar ideal olabilirdi. İstanbul'un eleştirileri kendisiyle arasına ördüğü duvarları sarstıkça parça parça özünü hatırlayan Aden acı çekiyordu. Böyle giderse duvarların yıkılması an meselesiydi, bu olursa her şey anında tepetaklak olurdu, buna izin veremezdi. "Ahkâm kesmeyi bir tarafa bırakıp da bana gerçeklerden bahsetmeye ne dersin?" diye sordu. "Söyler misin bu dediklerini sen ne kadar uyguladın?"

"Dünyayı değiştirmeye çalıştın mı diye soruyorsan evet, bunu ben de denedim." Kendine güldükten sonra sözlerine devam etti. "Çoğu insanın yaşadığı hayat beni hiçbir zaman tatmin etmediğinden kurulu sistemin dışına çıkmayı hep istemiştim. Aldığım eğitimle paraya hükmedebileceğimi ve o gücü insanlık yararına kullanarak, bir şeyleri değiştirebileceğimi zannedip anlamsız ve külfetli bir sorumluluğu yerine getirmeye çalıştım."

"Ne var ki hepsinin de boşuna olduğunu anladın, öyle değil mi?"

"Evet Aden, boş yere harcanmış bir hayattı benimkisi. Ama ben iki türlü hayattan da vazgeçtim."

"İki türlü hayat derken?"

"Kazanmak üzerine kurulan bu dünyadan da ideal olanda da vazgeçtim. Ticaretin tüm kurallarını onlar koyduğundan ne yaparsam onlara yarıyor, sonuçta hep para babalarına hizmet etmiş oluyordum." Pahalı kıyafetler, lüks evler ve arabalar için hiç kıpırdamadan oturması yeterliymiş, ama o duramamış. Ruhunu satmış bir parazit gibi yaşarken Robin Hood kisvesine bürünememiş ve kendini kandırarak her gün ruhunun bir parçasının daha ölüp gitmesine göz yumamamış. "Ticareti bırakmak istesem de elimden gelen bir şey yoktu, aile şirketini tasfiye edebilecek bir konumda olmadığım için idareten yaşıyordum. Babamı kaybettikten sonra iş hayatıma hiç düşünmeden son verdim. İşte böyle, ben meseleyi zaten ticareti bırakarak kısmen de olsa çözmüştüm, kalanını da felaketle hallettim."

İstanbul sigarasından bir nefes aldıktan sonra sözlerine devam etti. "Hayat şartlarım zorlaşsa da bunu özgürlüğümün bedeli olarak görüyorum."

İstanbul'un münzevi olmadığını, yani insanlardan kaçan biri olmadığını zaten kurtarma ekibindeyken görmüştü. Tek başına hareket etmiş olsa da ekiptekilerin hepsine cana yakın davranmıştı. Hayatla ve dünyayla olan meselesinin öğrenilmesinden rahatsız olmak bir yana, tüm o zenginliği ve imkânları reddettiğini anlatmaktan gizliden gizliye zevk alıyor, yalnızlığını giderdiği için bilinmesinden hoşlanıyordu. Aden onun iyi eğitim almış ve muhtemelen hayatı çok sert sorguladığından yalnızlığı seçmek zorunda kalmış biri olarak görüyordu. Sömürmeyi de sömürülmeyi de reddeden, her an tetikte duran biriydi ve fikirleri hiç de yabana atılacak türde değildi. Aden'in sürekli yeni artçılarla devam eden depremi gibiydi.

"Cevdet Güney'in servetini depreme karşı yetersiz binalar yaparak kazandığını biliyor muydun?"

"Bu imkansız," dedi Aden gülümseyerek. "Bunu istese de yapamaz. Belki eskiden olsa mümkündü ama şimdi yönetmelikler var, denetim diye bir şey var."

"Baban gibilerini hukukla zapt edemezsin. Kalitesiz malzeme ve eksik donatılarla yaptığı inşaatları kontrolden geçirebilmek için yapı denetim şirketinin gizli ortaklığını yürütüyor."

"Babam hakkında bu kadar şeyi nasıl bildiğini açıklamazsan seni daha fazla dinlemeyeceğim."

"Konu, babanı benim değil, senin ne kadar tanıdığın..."

"Soruma bir cevap verecek misin yoksa kendi kendine konuşmaya devam mı edeceksin?" diyerek sözünü kesti.

"Bana karşı iyi bir iz sürücüydün Aden. Bakalım, konu baban olunca da aynı kararlılığı gösterebilecek misin?"

"Bilmece gibi konuşmayı bırak da söyle, sizin aile şirketiniz de inşaat şirketi miydi?"

"Evet, inşaat şirketiydi," dedi İstanbul. Mimarlık okuduğunu İtiraf etmek zorunda kaldı. Mezun olduktan sonra babasının işlerini devralıp ticarete girince işadamı olmuş, mesleğini dahi yapamamıştı.

"Pekâlâ," dedi Aden. "Aynı sektörde olsanız da onun hakkında yanılıyorsun. Babam yönetmelikleri aşıp, binaları dediğin gibi denetimden kaçırarak usulsüzlük yapsaydı ailesiyle birlikte kendi yaptığı binada oturmazdı."

"Babanı hiç tanıyamamışsın," dedikten sonra sustu. Derin bir iç çekip sözlerine devam etti. "Peki, tarihi yarımadada planlanan Eski İstanbul Projesi'nde ne işler döndüğünden haberin var mı?"

"Projeyi biliyorum," diye karşılık verdi Aden. "Sultanahmet Meydanı'na Tarihi Roma Hipodromu yapılacak. Yarımadayı çok büyük yatırımlarla dünyanın en büyük turizm merkezi haline getirmeyi planlıyorlar. Bunda ne kötülük var? Tarihi eserlere yatırım yapmanın nesi yanlış? Mesele doğaya zarar verilecek olması ise babam bunun kaçınılmaz olduğunu söylemişti. Hem orada kesilecek ağaçların on katını çevresine ve çeşitli alanlara dikeceklermiş."

"Yapacakları tek şey doğa katliamı değil, senin hiçbir şeyden haberin yok. Konsorsiyumdaki şirket sahiplerinin çevirdiği dolapları bilmiyorsun. Baban ve ortaklarının ne gibi usulsüzlükler yaptığını istersen sana tek tek anlatabilirim; ama merak etme yaptıkları hiçbir şey o kan emicilerin yanına kalmayacak."

Her kelimenin üstüne basa basa öyle bir söylemişti ki Aden bir anda kuşkuya düştü. Fakat İstanbul sözlerini devam ettiremedi. Dışarıdan aniden sesler gelince ikisi de donakaldı. Birbirlerinin gözünün içine bakıp ne yapacaklarına karar vermeye çalışıyorlardı. Aden bağırsa sesi duyulur mu duyulsa yardım eder mi bilmiyordu ama gelen seslerden evin çevresindekinin çok yakında olduğu anlaşılıyordu. Denemeye kalkışır da başaramazsa işler çığırından çıkabilir, İstanbul paniğe kapılarak onu ya da gelen kişiyi öldürebilirdi. Gerçi silahı boştu ama belki de çoktan fark edip doldurmuştu ve bir anlık panikle katliama sebep olabilirdi. Hiçbir şey olmasa bile bunu dener de başaramazsa yakınlık kurmak için yaptığı her şey boşa gitmiş olurdu.

İstanbul onun üzerine atlayıp ağzını kapatmaya çalışmıyor, Aden de bağırıp yardım istemiyordu. Dış kapıya vuruldu. Kapı sesiyle heyecana kapılan Aden ayağa fırladı. Tam odanın kapısına koşup yardım isteyecekti ki İstanbul onu kolundan yakalayıp durdurdu. Sonra da belindeki silahı çıkarıp namlusunu ona doğrulttu. "Aden sakın bunu yapma," diye alçak sesle ikaz etti.

Bakışları öyle korkutucuydu ki merhametten eser yoktu. Aden silahın boş olduğunu bilse dahi yüreği ağzına geldi. Korku içinde beklerken gözlerini kapatıp yoksa doldurmuş olabilir mi diye düşündü.

Gözlerini açtı, "Bağırmaya niyetim yok," diye fısıldadı. "Şunu bana doğrultmayı kes lütfen."

"Eğer bağırırsan seni vurmak zorunda kalırım."

"Ne saçmalıyorsun sen? O silah boş, içindeki mermiler bende."

İstanbul silahı indirdi ve şarjörü çıkarıp kontrol etti. Aden bu fırsatı bulunca kapıya doğru koştu. İstanbul ona yetişti ve yakalayıp duvara yapıştırdı. Bağırmaya yeltenmesin diye eliyle ağzını kapattı. Bütün gücüyle kurtulmaya çalıştıysa da onu duvara öyle bir sıkıştırmıştı ki kıpırdayamadı. "Yordun beni kızım. Bitsin bu iş. Mermiler nerede?"

"Mmmm." Sadece iniltiler çıkarabiliyordu.

"Bağırmaya yeltenme, bu şekilde elimden kurtulamazsın. Sen ne zaman akıllanacaksın ha? Bu sana son ihtarım!" dedi ve elini ağzından çekip onu bıraktı. "Mermilerin nerede olduğunu bana hemen söyle."

"Yatağın altında," dedi.

İstanbul yatağı kaldırdı ve altındaki mermileri alıp seri bir şekilde şarjöre takmaya başladı, sonra şarjörü silaha yerleştirdi ve mermiyi silahın ağzına verip namluyu Aden'e doğrulttu. Aden nefes nefeseydi, kendini toparlamaya çalıştı. "Ben sadece bir an refleks icabı kendimi tutamadım, özür dilerim. Şimdi lütfen şu şeyi bana doğrultmayı keser misin?"

"Öldürmemek için kendimi tutuyorsam bunun tek bir sebebi var..."

"Mantıklı düşünemiyorsun," diyerek sözünü kesen Aden sustu ve biraz bekleyip sözlerini tartmak istedi. Onun gibi tehlikeli bir psikopatın karşısında sözcükleri çok dikkatli seçmesi gerektiğini kendisine hatırlattıktan sonra sözlerine devam etti. "Seni ihbar edecek olsaydım Fındıklı Parkı'ndayken polise gitmez miydim ya da az önce mermilerin yerini sana söyler miydim? Artık benim sana bir zararım olmayacağını anla ve bırak, gideyim."

"Kes artık," dedi İstanbul. "Seni bırakamam. Burada benimle yaşamayı kabullenmelisin. Ya gidip yatağına oturur ve benim şu işi halletmemi uslu uslu beklersin ya da yardım istemeye yeltenip ölürsün. Dediklerimi harfiyen yapmayacaksan bu iş burada bitecek."

İstanbul'un yüz hatları daha da sertleşmiş, donuk bakışlarının yerini öfke ve nefret almıştı. Öldürmeye öyle hazırdı ki Aden hayatta kalmak istiyorsa, o kapıdan uzak durması gerektiğini iyice anlamıştı. Seslerin azalması kapıdakinin gittikçe uzaklaştığını gösteriyordu. Eğer canı pahasına bağırıp yardım isteyecekse cesaret edip bunu bir an önce yapmalıydı, vakti kalmamıştı.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

16-Takas Kütüphanesi

16 Takas Kütüphanesi Kısa zamanda parktaki insanlarla tanışıp kaynaştı ve arkadaşlarına ufak tefek dövmeler yapmaya başladı. Aden'in ilk denemelerinde iyi işler çıkardığını gören Merve, ücret karşılığında dövme yapmaya başlayabileceğini söyledi ve hangi modelleri yapabileceğini katalogdan tek tek gösterdi. Müşterilerin istediği modeller Aden'in yapabileceği tarzda değil ise Merve'ye haber veriyor, ustası akşamları çadıra gelip geç saatlerde de olsa o müşterilerin dövmesini yapıyordu. Ne var ki müşteri sayısı çok azdı, Aden hiç para kazanamıyordu. Parasızlık canına tak edince sabretmek zor gelmeye başlıyor, 'Buradaki insanların dövme yaptıracak hali mi kalmış, hangi akla hizmet bu işe girdim' diye kendine kızıyordu ama çadır kentte dövmecilik yapılmayacağını bile bile sırf mesleği öğrenmek için işe başlamıştı ve o anlamda işler tahmin ettiğinden daha iyi gidiyordu, çünkü öğreniyordu. İşinin en iyi tarafı ders çalışmasına engel olmamasıydı. Buna rağmen doğru düz

Yarım Adam Romanı Önsöz ve Arkakapak

YARIM ADAM (ARKA KAPAK) Binalardan kaçanların toplandığı Taksim Meydanı mahşer yeri gibiydi. Aden ve İstanbul kalabalığın arasında artçıların geçmesini bekliyorlardı. Kandilli Rasathanesi elli beş saniye süren depremin merkez üssünün İstanbul, şiddetinin yedi virgül beş olduğunu açıklamıştı. Tarihe 2 Nisan İstanbul depremi olarak geçecekti... Deprem modern dünyayı yerle bir ederken Aden'in uyutulduğu taştan beşiği devirdi. Vahşi doğa tarafından yıkılmış, binaları yangın alevlerince yutulmuş, ölümün kol gezdiği İstanbul'da gerçeğin karanlık yüzüne doğru yaptığı yolculuk onu dehşet verici yerlerden geçmek zorunda bıraksa da korkunç bir kâbustan uyanmasını sağladı. Ama hakikati yaşayabileceği yeni bir hayata gözlerini açtığının henüz farkında değildi; çünkü elli beş saniye; yaşadıklarını anlayabilmesi için çok kısa, kaosla tanışmanın şiddetine dayanabilmesi içinse çok uzundu. İstanbul sarsıcı bir filozof ve karanlık bir şairin bedeninde ete kemiğe büründü. O, özgürlük atmosf

4.Bölüm:Çırpınış

4 Çırpınış Kendine geldiğinde gözleri, elleri ve ağzı bağlıydı. Dalgalanan zemin, kürek sesi ve burnuna dolan deniz kokusu... Sandalda olmalıydı. Bilincini kaybetmeden önce İstanbul'un, "İşte şimdi tamamen elimdesin," dediğini hatırladı. Kaçırılmıştı. İnleyerek sesini duyurmaya, sağa sola dönerek bağlarından kurtulmaya çalışırken bir el omzundan yakalayıp onu durdurdu. "Demek uyandın." İstanbul'un sesiydi bu. "Aden bana güvenmelisin. Bunu senin iyiliğin için yapıyorum." Aden durmadı, bağlarından kurtulmak için sağa sola dönmeye devam etti. Neden kaçırıldığını, nereye götürüldüğünü ve İstanbul'un ne yapmayı planladığını bilmemek onu dehşete düşürüyordu. Sadece, "Mmmm..." diye iniltiler çıkarabiliyordu. Diliyle ittirip ağzındaki bağı çözmek için uğraştı, ama yaptıklarının hiçbir faydası olmuyordu. Dıştan takma motorlu, eski ve küçük bir sandaldaydılar. Motor arıza verince İstanbul yolun kalan kısmında kürek çekmek zorunda kal