Ana içeriğe atla

3.Böl0m: Sekizinci Tepe

3

Sekizinci Tepe

Dolmabahçe / Beşiktaş

Depremin İlk Sabahı

Kızılay çadırına vuran yağmur damlalarının sesiyle gözlerini açtığında evinde olduğunu sandı bir an. Enkazdan çıkardıkları çocuğu, profesörün kucağında tatlı tatlı uyurken görünce her şeyi hatırladı. Gözleri Zeynep'i aradı, çadırda değildi. Savaş ve İstanbul da yoktu. Bir deniz aracı bulmuş olsalar Zeynep ona haber vermeden karşıya geçmezdi herhalde, buralarda bir yerde olmalıydılar.

Kimseyi uyandırmamaya dikkat ederek yavaşça dışarı çıktı. Yağmurun hiç canı yokmuş, hemen kesiliverdi. Hava yeni yeni aydınlanıyordu. Bu durumda en fazla bir saat uyumuş olmalıyım diye düşündü. Dolmabahçe'ye, evleri şehrin öbür yakasında olan gönüllü kurtarma ekibindekilerle birlikte gece gelmişlerdi. Çadıra girip bir köşeye kıvrıldığında uzanır uzanmaz uyuyakalmıştı.

Ailesiyle hâlâ konuşamamıştı. Evde oldukları ümidiyle, aramamı bekliyorlardır diye düşünerek kendini rahatlatmaya çalıştıysa da onlardan haber almadan rahatlaması imkânsızdı. Bir süre telefon aramakla geçti. Kime sorsa telefonunun şarjının bittiğini söyledi. Elektrik olmadığından hiç kimse telefonunu vermek istemiyordu.

Yıkılmış şehrin içler acısı hali belirmeye başladıkça içini büyük bir çaresizlik kapladı. Alışkanlıkla gözü bir an saat kulesini aradı, tabii ki yerinde yoktu; daha doğrusu burada ağaçlar dışında hiçbir şey yerinde değildi. Dolmabahçe'nin yüz yıl önce kocaman kayalarla doldurulan çürük zemini onca çabaya rağmen tutmamış, depreme dayanamamıştı. Dolmabahçe Sarayı'nın neredeyse tamamı denize uçmuştu. Koskoca saraydan geriye kalan az miktardaki molozların ürpertici soğukluğu kanını donduruyordu. Saray kalıntılarındaki toz ve beton karışımının nemli kokusunda ölümün acı tadı hâkimdi. Muhteşem ağaçların olduğu bahçenin önü açılınca Dolmabahçe Meydanı eski fotoğraflarındaki kadar büyümüş görünüyordu. Bu durum sahilde çok daha belirgindi. Beton kabuklarını kırıp, üzerinden atarak özüne dönmenin sevinciyle göz alabildiğince uzayıp giden Beşiktaş sahili sanki başka bir yaşama giden büyülü bir yoldu. İstanbul işte tam da bu yolun başladığı yerde duruyordu hem de Savaş'la birlikte sahildeki büyük ateşin yanında.

Onları bulmanın heyecanıyla sahile gitmek için kayaların üzerine çıktı. Depremin sağa sola serpiştirdiği büyük kayaların üzerinde zorlukla yürüyerek sahile yaklaştı. Bir anlığına başını kaldırıp Boğaziçi'ne baktığında neye uğradığını şaşırdı, yıkılan köprü enkazının silüeti birden karşısında belirmişti. Enkaz dağının karanlık gölgesine doğru çekilirken kayalıklardan düşecek gibi oldu; neyse ki son anda dengesini sağlayabildi. Beşiktaş kıyılarından yüz metre açıktaki suları kaplayan bu birikinti anlatılanlardan çok daha korkunç görünüyordu. Deprem gecesi Boğaziçi'nde aniden yükselen bu ucube, insanlığa meydan okuyor gibiydi. Yıkılmış kadim şehrin kalıntılarının içinde neler yoktu ki? Boğaz köprülerinin, Marmaray Tüp Geçidi'nin, batan teknelerin ve yıkılan bina molozlarının üst üste gelmesiyle oluşan bu devasa yığın sanki yedi tepeli kadim şehre eklenmiş sekizinci bir tepeydi.

Köprünün Asya'daki parçası Beylerbeyi açıklarında Boğaz'a gömülmüş, dikey kuleler ve büyük halatlara tutunan Avrupa yakasındaki parçanın aşağı sarkan ucu ise Ortaköy açıklarında Boğaziçi'nin sularına mızrak gibi saplanmıştı. Kırk beş derecelik açıyla dizlerinin üzerine çökerek sulara dalan köprü, kollarını iki yana açan büyük bir V harfi gibi enkaz dağını kucaklamaya çalışıyordu.

Korkutucu manzaradan gözlerini kaçırıp arkadaşlarının yanına doğru yürüdü. Onlara yaklaştığında İstanbul'un ona hayranlıkla baktığını fark etti, gözlerini Aden'den alamıyordu. Düzgün fiziği nedeniyle erkeklerin ona ilgi göstermesine alışıktı; ama önceki şıklığından eser kalmamış, saçı başı dağılmış, uykusuz kalan çimen yeşili gözleri şişmiş, üstü başı toz toprak içindeyken onu etkileyebilmesi genç kadına hiç normal gelmemişti.

"Köprüyü gördünüz mü ne hale gelmiş," dedi Aden. "Öbür köprülerin durumu netlik kazandı mı?"

"Aynen anlattıkları gibiymiş," dedi Zeynep. Ateş başında ona da yer açtı. "Gel canım ısın biraz."

Üşüdüğünü ancak o söyleyince fark etmişti. Aralarına girdi ve ellerini ateşe uzatıp ısıtmaya başladı. Zeynep sadece kurtarma ekibi oluşturmamış, tam bir lider olmuştu. Tüm gece enkaz aralarında birlikteydiler, Aden elinden geldiğince ona destek olmaya çalıştı ve ikisi kısa zamanda samimi oldu.

Zeynep'le Savaş önemli bir konu hakkında konuşuyorlardı. Aden onları bölmek istemedi. Öbür arkadaşlara yaklaşıp, "Bana biriniz telefonunu versin lütfen," dedi.

"Yine mi telefon mevzusu?" diye hayıflandı İstanbul. "Neden artık bırakmıyorsun?"

"Anlamadım."

"Her şeyi kontrol etmeye çalışmaktan vazgeçip boş veremez misin?" dedi İstanbul.

"Allah aşkına senin ailen falan yok mu?" diye karşılık verdi.

"Biraz odun toplasam iyi olur," diyen İstanbul ateşin yanından ayrılarak uzaklaştı.

Aden herhalde bu benden kaçıyor diye aklından geçirdiği sırada biri telefonunu kullanabileceğini söyledi. Aden teşekkür edip telefonu onda aldı ve hemen annesini aradı. Sonuç değişmemişti, ne annesine ulaşabildi ne de babasına...

İstanbul çok geçmeden geri döndü. Enkazdan toplayıp getirdiği kapı ve mobilya parçalarını yere bıraktıktan sonra tahtaları yan yana dizip uygun büyüklüğe getirmek için ayağıyla kırmaya başladı. Bunları yaparken hiç zorlanmıyordu. Kaslı vücut yapısına sahip güçlü bir erkekti, zaten öyle olmasa onu kucağında üç kat aşağıya taşıyamazdı. Normal bir erkek elli beş kiloluk bir insanı o basamaklarda üç kat aşağı taşırken çok zorlanırdı.

Küçük parçalardan alıp zayıflayan ateşe attıktan sonra sigarasını yaktı. Can derdindeyken İstanbul'u bu denli detaylı izleme imkânı olmamıştı. Gömleği hariç, ceketi, pantolonu ve ayakkabılarına kadar siyah giyinen bu adam her şeyiyle ben tehlikeliyim diye haykırıyordu adeta. İnsanı tedirgin eden karanlık bir havası olsa da ateşten yükselen alevler yüzüne vurdukça bakışlarının derinliğinde bulduğu tanıdık hissin ona verdiği güveni bir türlü kendisine açıklayamıyordu Aden. Belki de hayatını borçlu olduğu için böyle hissediyordu; ama onu her haliyle çok farklı buluyordu. Yardımın gecikmesinden ya da vapur seferlerinin bir türlü başlamamasından şikâyet edip duran tiplerle ilgisi yoktu. Kargaşa ortamından rahatsız olmamış, hayatlarının yıkımına herkesten önce uyum sağlamış gibiydi.

Biraz da bu cesaretle yanına giden Aden, "Sana bir şey sordum, neden cevap vermiyorsun," dedi. "Senin merak edecek kimsen yok mu?"

İstanbul'un yüzü birden karardı, bakışları öyle sert ve anlaşılmaz oldu ki Aden ürperdi. "Bence artık sen de vazgeçmelisin. Bırak, her şey düşeceği yere kadar düşsün. Belki sözlerim sana duygusuz gelebilir, ama bizim kontrol dediğimiz şeyin aslında büyük bir yanılsamadan başka bir şey olmadığı ortaya çıktı," diyerek gözleriyle Aden'e enkaz dağını işaret etti. "Oraya baktığımda yanılsamanın sona erdiğini, hiçbir şeyin kontrolünün bizde olmadığını görüyorum, peki ya sen ne görüyorsun?"

"Görmek istediğim şey beni karşıya geçirecek herhangi bir deniz aracı," diye yanıtladı Aden ve devam etti. "Vapur seferlerinin ne zaman başlayacağını öğrenebildin mi?"

"İskeleyi onarmaya çalışıyorlar ama bu hemen olacak bir şey değil. İstersen oraya gidip tekne ya da başka bir deniz aracı bulup bulamayacağımızı görevlilere sorabiliriz. Hem orada gönüllüler sıcak çorba dağıtıyorlardı."

Dün yediği öğle yemeğinden bu yana ağzına bir lokma bile koymayan Aden öyle acıkmıştı ki hiç düşünmeden, "Hadi, gidelim," dedi.

Zeynep'e bakıp, "Biz gidiyoruz, birazdan döneriz," dedi Aden. Savaş'la derin bir sohbete dalmışlardı. Yanlarından ayrıldıklarını fark etmediler bile.

İstanbul yürürken bakışlarını Aden'in üzerinden ayırmıyordu. Sonunda dayanamayan Aden, "Bana niye öyle bakıyorsun?" diye sordu.

Hafifçe tebessüm etti. "Çünkü bana cehennemde olmadığımı hissettiriyorsun."

Aden kısa bir an duraksadıktan sonra, "Nerede olduğumuzdan emin değilim," dedi.

Sigarasını sıkıştırdığı iki parmağı ile Boğaziçi'ndeki yıkıntıları işaret eden İstanbul, "Şu doyumsuz güzelliğe bakar mısın?" dedi.

Aden ister istemez bakışlarını oraya yöneltti. Doyumsuz güzellik dediği şey, depremden kalan enkaz dağı olamazdı. Bazen çok mantıklı, bazen de dengeyi fena halde yitiriyor diye aklından geçirdi. "Sen neden bahsediyorsun?"

"Bize dayattıkları medeniyeti görüyorsun. Yıkılmış hali ne kadar da çekici duruyor, öyle değil mi?"

"Sen ne dediğinin farkında mısın?" diye çıkıştı. "O enkazın altında kaç insanın can verdiğini biliyor musun? Lütfen onlara biraz saygın olsun."

"Ben sana uygarlığın tasfiyesinden bahsediyorum," diye karşılık verdi İstanbul. "Ölenlerle işim yok, bunca şeyden sıyrıldıkları için onlara özeniyorum bile."

"Sen nasıl bir insansın anlayamadım hâlâ."

İstanbul mağrur bir tavırla, "Gayet aklı başında biriydim; ama kargaşanın hüküm sürdüğü her yerde değişim esastır," dedi ve gülümsedi. "Hüzünle baktığın harabede sen de çok yakında kendini bulacaksın. Yıkımın altında akan yaratıcılığı görebilecek potansiyelin olmasaydı çoktan ölmüştün; aksi halde şu an senin için ağzımı yoruyor olmazdım. Yaşıyorsun ama boş, içinde nasıl bir güç taşıdığın hakkında hiçbir fikrin yok." İstanbul bunu bir hastalıktan bahsedermiş gibi söylemişti. "Güneş birazdan doğmuş olacak," diye sürdürdü sözlerini. "Gece sana artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak derken bunu anlatmak istemiştim."

Aden enkaz dağını izlerken, "Böyle bir şeyin nasıl oluştuğunu hâlâ aklım almıyor," dedi.

"Büyük dalgaların batırdığı ne varsa Ortaköy civarında toplanmış," diye karşılık verdi İstanbul. "Toprak kayması da olmuş; asıl işi akıntı yapmış ve ne bulduysa sürükleyip oraya taşımış. Yaklaşım viyadükleri ve dikey kuleler çökmüş olmalarına rağmen taşıyıcı ve kılavuz halatlar hâlâ direnmekte. Akıntının sürüklediği ne varsa köprünün dev halatlarınca bir süzgeç gibi toplanmış. Binlerce enkaz parçasından oluşan modern medeniyet sürüsü, balıkçı ağı görevi gören köprünün devasa halatlarına takılmış ve üst üste yığılan birikinti büyüyerek sonunda bu hale gelmiş."

İstanbul'un bir ailesi olmadığından emindi, aksi halde ailene ulaşmaktan vazgeçmelisin demezdi. Mesleğini merak etti. "Öyle bir anlattın ki mühendis olmalısın."

"Kafanda beni belirleyecek ölçüt arama, bulamazsın," diye karşılık verdi.

Takım elbise giymiş olsa da memur olamazdı; çünkü sabit gelirli birinin alamayacağı kadar pahalı görünüyordu; keza ayakkabıları, kanlı gömleği ve çıkarıp attığı kravatı da öyle. Avukat ya da iş adamı olmalıydı.

İstanbul sakince etrafı izlerken, "Oyunu sonlandıran esaslı bir depremdi," dedi. "Modernleşmenin önünde durulamıyordu. Bu yıkım bize iyi gelecek, bu felaket bizleri kurtaracak. Artık yıkımın altında kalan her şeyden kuşku duyacaklar. Köprüler, yollar ve evler yeniden yapılıp da kendimizi bir kez daha beş yüz kanallı televizyon ekranlarına hapsedene kadar epey vaktimiz olacak."

Kabataş İskelesi'ne geldiklerinde İstanbul, görevlilere karşıya geçmenin yolunu sordu. Vapur seferlerinin ne zaman başlayacağı meçhuldü Balıkçı teknelerinin çok yüksek fiyatlarla taşımacılık yaptıklarını öğrendikten sonra çorba sırasına girdiler. Çok az kişi vardı, sıra hemen geldi. Kupa bardaklarda dağıtılan sıcak çorba Aden'in elini yaktı. "Uf! Çok sıcakmış." Bardağı masanın üzerine bırakınca İstanbul onun bardağını da aldı.

Fındıklı Parkı'na yakın ağaçlık yerdeki banka oturup çorbalarını içmeye başladıklarında İstanbul bu yıkımın onları nasıl özgürleştireceğini anlatıyordu. Saplanıp kaldıkları bataklıktan çıkmak ve yepyeni bir hayata kavuşmak için büyük bir fırsat yakalamışlardı. Tanınmasına sebep olacak hiçbir konuya girmiyor, kimliğini sır gibi saklıyordu, felaketin kurtarıcı etkisini anlatırken ise hiç susmuyordu. Daha dün yaşanmış bir afetti, etkisi hâlâ sürerken nasıl oluyor da böyle şeyler hayal edebiliyor diye soruyordu Aden kendine!

"Bak çok güzel konuşuyorsun ve fikirlerin de çok ilginç, " dedi sadece, delice olduğunu düşünse de Aden bu düşüncesini dile getirmedi. "Yalnız senin gibi birinin, o zavallının ceplerini ve cüzdanını neden karıştırdığına bir türlü anlam veremiyorum. Artık bunu neden yaptığını bana anlatacak mısın?"

O adamın kimliğini geri koyduğumu söylemedim mi ben sana?" Birden gerilmişti İstanbul. "Anlaman için aynı şeyi kaç kere daha tekrar etmem gerekiyor."

"Bir dakika, neden cüzdan değil de kimlik dedin sen?" Aden düğümü çözmeye başlayan ilmeği yakaladığını düşünüyordu. "Bana cüzdanını ve telefonunu gösterir misin?"

"Sen artık iyice saçmaladın," dedi İstanbul ve ayağa kalkıp, Aden'i bileğinden yakalayarak, "Yürü!" diye emretti. Onu parkın içinde kimsenin olmadığı bir yere doğru çekiştirerek götürdü.

"Ne yaptığını sanıyorsun? Bırak beni."

"Kapa çeneni ve yürü."

"Bırak beni, gelmek istemiyorum."

İtirazlarına kulak asmıyor, kolunu canını acıtacak derecede sıkıyordu. Aden'in kalp atışları kulaklarını dövmeye başlamıştı.

"Beni hemen bırakmazsan imdat diye bağıracağım."

Mimar Sinan Üniversitesi'nin enkazına gelince durdu ve Aden'in sırtını molozlara dayadı. Parmağını gözüne sokarcasına sallayarak, "Sakın kaçayım deme, buna pişman ederim," diye uyardı.

Bırakır bırakmaz kolunu ovuşturmaya başladı Aden. "Adi pislik. Şuna bak, ne biçim morartmışsın."

"Sızlanmayı kesip dinlemeyi öğrenmezsen daha kötüsünü görebilirsin."

"Anlat o zaman. O ölünün ceplerini neden karıştırdın?"

Sinirli bir ifadeyle, "Kulaklarını iyi aç, çünkü aynı şeyi bir kez daha tekrarlamayacağım," diye uyardı. "Sen beni ne zannediyorsun? Benim parayla pulla işim olmaz ama maddiyatı değil de şehirde kalan maneviyatı yağmalamayı düşünmüyor değilim. Memnuniyeti, huzuru ve itaatkârlığı öyle bir kılıçtan geçireceğiz ki göreceksin, çok yakında bu topraklarda isyandan başka bir şey yetişemeyecek ta ki bu şehir, kanını emen pisliklerden arınana kadar."

Tehlikeli biri bu, ne tehlikelisi ya, delinin teki, aynı zamanda da kanun kaçağı; başıma iş almak üzereyim diye düşünen Aden'in aklında ucu bucağı olmayan bir suç listesi belirince İstanbul'u şüpheyle süzmeye başladı. Buna rağmen onu sakinleştirmek için, "Bak, senin yağmacı olduğunu düşünmüyorum," diyerek yalan söyledi. "Kanun kaçağı bile olsan umurumda değil. Orada olanları bana açıklamanı istiyorum sadece. O olayı tam olarak çözmeden, hayatımı kurtaran adam hakkında kendimce senaryo yazmak istemiyorum." Susup biraz bekledi, cevap vermeyeceğini anladıktan sonra sözlerine devam etti. "Ya bana gerçeği söylersin ya da seni ihbar ederim."

Omuz silkti İstanbul. "Et, ben de söylediğin her şeyi inkâr ederim. Ne yani, kurtarma ekipleri AVM'nin enkazında kimlik mi arayacak?"

Tam isabet, demek ki huylanmakta haklıymışım dedi içinden Aden. "Aynı şeyi bir kez daha yaptın. Ölen adamı birine benzettiğini söyleyerek beni kandıracağını mı zannediyorsun? Güya bu yüzden kimliğine bakmak istemiş ama yemezler. Söyler misin bir insan belden yukarısı, yüzü de dâhil olmak üzere, tamamen yanıp kömüre dönmüş birini nasıl olur da bir tanıdığına benzetebilir?"

İstanbul yakalanmış gibiydi, Aden onun ilk kez cevap vermekte zorlandığını görüyordu.

"Neyse, zaten cevap vermeni beklemiyordum. Hem durum yeterince ortada, yani senin bir anlık panikle yalan söylediğin çok açık. Önemli olan, o çakmakla aslında ne yapmaya çalıştığındı ve ben artık cevabı tahmin edebiliyorum. Cesedin cebine yerleştirdiğin kendi cüzdanındı ve bu gerçek ortaya çıkmasın diye bir kısmını çakmakla yakarak yanmış süsü verdin."

İstanbul alaycı bir gülümsemeden sonra, "Neden öyle saçma bir şey yapacakmışım ki?" dedi.

"Çünkü sen kendine ölü süsü verdin. Onun cebine yerleştirdiğin kimliğin ve özel eşyaların sayesinde öldüğünü zannedecekler."

İstanbul zoraki bir gülümsemeyle, "Hayal gücün çok yüksekmiş," dedi.

"Madem öyle geriye yapılacak tek bir şey kaldı. Sanırım bunu bildirmem gerekecek. Tabii gerçeği bana hemen itiraf edersen sana söz veriyorum, kaçak bir suçlu bile olsan tüm bunlar aramızda sır olarak kalacak. Hiç kimseye anlatmayacağım. Kararını ver! Bu olayı sen mi açıklığa kavuşturacaksın, yoksa ben mi?" diye bir solukta sıraladı cümlelerini.

"Beni tanımıyorsun Aden ve sana neler yapabileceklerim hakkında hiçbir fikrin yok. Dikkat etsen iyi olur."

Saldırgan bakışları ve tehdit dolu sözleri yüreğini ağzına getirmişti. Korkusunu gizlemeye çalışarak iskeledeki polisleri işaret etti. "Sana zarar verme niyetinde olsaydım açıklama şansı tanımaz, hemen şikâyette bulunurdum. Şimdi söyle bakalım, tüm bunlar neyin nesi İstanbul?" Sessiz kalmaya devam edince, "Susuyorsun, demek ki kanun kaçağısın," diyerek ısrar etti.

İstanbul çok önemli bir şey söylemek istermiş gibi baktıktan sonra, "Hayır, anlamıyorsun," diye atıldı.

"Evet, anlamıyorum," diye yanıtladı kafa sallayarak. "Çünkü gerçeği anlatmıyorsun. Sana son kez soruyorum, orada neler olduğunu bana anlatacak mısın?" Biraz bekledikten sonra polislere doğru hareketlendi. "Peki, sen bilirsin. Sanırım bu mesele artık beni aştı."

İstanbul ona hemen yetişip, "Dur bir dakika!" dedi ve bileğini yakalayarak tüm gücüyle sıkmaya başladı. Yanlış kişinin karşısına dikildiğini düşünen Aden'in korkusu had safhaya gelmişti; ama İstanbul birden şaşırtıcı bir şekilde yelkenleri suya indirdi. "Tamam, anlatacağım," dedi ve onu bıraktı.

Nihayet rahat bir nefes almıştı Aden.

"Onun cebine kendi cüzdanımı ve telefonumu yerleştirdim."

"Bunu neden yaptın?" Aden sorusunu yöneltirken bir yandan hâlâ sızlayan bileğini ovuşturuyordu.

İstanbul bakışlarını indirip düşünceli sözlerle açıklamaya başladı. "Ölmem gerekiyordu. Deprem bana istediğim gibi bir ceset bulmak için büyük bir fırsat verdi. Kimliğimi, cüzdanımı ve telefonumu onun üzerinde bulduklarında resmi olarak ölü sayılacağım. İhtiyacım olan tek şey bu, yani ölü kalmaya devam etmek. Bak, eğer ağzını kapalı tutmayı beceremeyeceksen..." Sustu, gözlerini kapatıp sinirlerine hâkim olmaya çabaladıktan sonra sözlerine devam etti. "Meraklı bir kız yüzünden eski hayatıma dönmek zorunda kalmak istemiyorum. Bu riski göze alamam. Beni anlıyor musun? Çeneni kapalı tutacaksın."

"Peki, kimsin sen ve neden kendini ölü göstermek zorundasın?"

"Bu kadar," dedi İstanbul. "Başka bir şey sorma."

Bu olayı üstünkörü açıklamalarla geçiştirmesine izin vermeyecekti Aden. Yine sessiz kalınca son kozunu oynadı. "Demek inat ediyorsun. Bunu çözmenin tek yolu yardım istemek. Polisler, senin hakkında kimlik sorgulaması yaparsa gerçek bir dakikada ortaya çıkar," diyerek tekrar polislerin yanına doğru hareketlendi."

"Aden dur. Bekle. Dursana kızım, nereye gidiyorsun?"

"Senin yalanlarınla uğraşamam İstanbul. Gerçeği öğrenmeye gidiyorum. Bakalım, beyefendi kabuk değiştirirken geride ne bırakmış, gerçekte kimmiş?"

Blöf yapıyordu, kimseye anlatmaya niyeti yoktu. Onu korkutup gerçekleri öğrenmeye çalışıyordu. İşe yaradı mı diye geriye dönüp baktığında ona yetişmek üzere olan İstanbul'un yüzündeki ifadeyi görür görmez panikledi ve geri geri yürümeye başladı. İstanbul'un bakışları öyle tuhaftı ki daha önce bu kadar korktuğunu hiç hatırlamıyordu. Sonra önüne dönüp adımlarını hızlandırdı ama boşaydı, yanına gelmişti bile.

"Aden bana başka bir çare bırakmadın."

Aniden ensesine gelen darbeyle öne doğru sendeledi. Gözleri kararırken dizlerinin bağı çözüldü. Bayılmadan önce bedeninin havalandığını hissetti. Beynine binlerce iğne batırılıyordu sanki. İstanbul yere düşmeden önce onu tuttu.

"İşte şimdi tamamen elimdesin."

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

16-Takas Kütüphanesi

16 Takas Kütüphanesi Kısa zamanda parktaki insanlarla tanışıp kaynaştı ve arkadaşlarına ufak tefek dövmeler yapmaya başladı. Aden'in ilk denemelerinde iyi işler çıkardığını gören Merve, ücret karşılığında dövme yapmaya başlayabileceğini söyledi ve hangi modelleri yapabileceğini katalogdan tek tek gösterdi. Müşterilerin istediği modeller Aden'in yapabileceği tarzda değil ise Merve'ye haber veriyor, ustası akşamları çadıra gelip geç saatlerde de olsa o müşterilerin dövmesini yapıyordu. Ne var ki müşteri sayısı çok azdı, Aden hiç para kazanamıyordu. Parasızlık canına tak edince sabretmek zor gelmeye başlıyor, 'Buradaki insanların dövme yaptıracak hali mi kalmış, hangi akla hizmet bu işe girdim' diye kendine kızıyordu ama çadır kentte dövmecilik yapılmayacağını bile bile sırf mesleği öğrenmek için işe başlamıştı ve o anlamda işler tahmin ettiğinden daha iyi gidiyordu, çünkü öğreniyordu. İşinin en iyi tarafı ders çalışmasına engel olmamasıydı. Buna rağmen doğru düz

14-Çarpışma

14 Çarpışma Sosyal Tesisler, Gülhane Parkı Aden Sabahın erken saatlerinde çadırın fermuarını açıp Aden'i uyandırdı. "Günaydın uykucu." Oldukça dinç görünen Zeynep gülümsüyordu. "Günaydın," diye mırıldandı. Güne bu kadar erken başlamaya alışık değildi. "Çok erken değil mi?" "Acele etmeliyiz, birazdan kuyruk başlar." "Ne kuyruğu?" "Kahvaltı tabii ki hadi, biraz hızlı ol." Daha ilk sabahtan uyumsuz görünmemek adına ona hayır demedi ve uyku tulumundan çıktı. Kucağındaki defter ve kalem yere düşünce, "Ne kadar kalın bir defter," dedi Zeynep. "Ne var bunun içinde?" "Önemli şeyler değil." Aden defteri kitapların altına sıkıştırdıysa da Zeynep oradan çıkarıp eline aldı ve kapağını incelemeye başladı. "Günlük mü tutuyorsun?" "Hayır, günlük değil." "O zaman bakmamda sakınca yoktur herhalde." Aden onay verdiğini gösterircesine başını salladığında de

Yarım Adam Romanı Önsöz ve Arkakapak

YARIM ADAM (ARKA KAPAK) Binalardan kaçanların toplandığı Taksim Meydanı mahşer yeri gibiydi. Aden ve İstanbul kalabalığın arasında artçıların geçmesini bekliyorlardı. Kandilli Rasathanesi elli beş saniye süren depremin merkez üssünün İstanbul, şiddetinin yedi virgül beş olduğunu açıklamıştı. Tarihe 2 Nisan İstanbul depremi olarak geçecekti... Deprem modern dünyayı yerle bir ederken Aden'in uyutulduğu taştan beşiği devirdi. Vahşi doğa tarafından yıkılmış, binaları yangın alevlerince yutulmuş, ölümün kol gezdiği İstanbul'da gerçeğin karanlık yüzüne doğru yaptığı yolculuk onu dehşet verici yerlerden geçmek zorunda bıraksa da korkunç bir kâbustan uyanmasını sağladı. Ama hakikati yaşayabileceği yeni bir hayata gözlerini açtığının henüz farkında değildi; çünkü elli beş saniye; yaşadıklarını anlayabilmesi için çok kısa, kaosla tanışmanın şiddetine dayanabilmesi içinse çok uzundu. İstanbul sarsıcı bir filozof ve karanlık bir şairin bedeninde ete kemiğe büründü. O, özgürlük atmosf