Ana içeriğe atla

2.Bölüm: Taksim Meydanı

Umarım bu eser özgürlük mücadelesi verenlere güç verir, mutluluğu arayanlara da yol gösterir.

***

Yalnızca beyazın içindeki siyah nokta olsaydın beni ve

2

Taksim Meydanı

Binalardan kaçanların toplandığı Taksim Meydanı mahşer yeri gibiydi. Aden ve İstanbul kalabalığın arasında artçıların geçmesini bekliyorlardı. Kandilli Rasathanesi elli beş saniye süren depremin merkez üssünün İstanbul, şiddetinin yedi virgül beş olduğunu açıklamıştı. Tarihe 2 Nisan İstanbul depremi olarak geçecekti. Medya kanalları çelişkili haberler veriyordu. Söylentilere göre deprem sırasında bir AVM açılışı için İstanbul'da bulunan cumhurbaşkanı alış veriş merkezinin enkazı altında kalmıştı ve kurtarma ekipleri henüz kendisine ulaşamamıştı. Ülke yönetiminin kendisinde olduğunu açıklayan başkan yardımcısı şu an afet bölgesinde kriz merkezinin başındaydı ve devletin tüm kurumlarıyla tüm önlemleri gecikmeksizin aldığını söylüyordu. Resmi rakamlara göre ölü sayısı bin dokuz yüze ulaşmıştı, en fazla on bin kişi olacağı öngörülüyordu. Büyük çoğunluk deprem anında eve dönüş yolculuğundaydı, daha geç saatlerde evlerindeyken yakalansalardı ölü sayısının yüz binlerle ifade edileceği söyleniyordu.

Aden sonunda bir telefon bulup ailesini arayabildi, ancak hiçbirine ulaşamadı. İçindeki sıkıntı daha da katlanmıştı, deprem anında babası hariç tüm ailesi evdeydi, eğer apartmanları yıkıldıysa... Bunu aklından bile geçirmek istemedi. Gözlerini kapatıp kendisini sakin olmaya zorladı, onlara bir şey olmadığını, panikle evden çıkarken cep telefonlarını alamadıklarını düşünmeye çalıştı. Annesi muhtemelen şu an birilerinden telefon bulup Aden'e ulaşmaya çalışıyordu. Kardeşiyle birlikte kim bilir onun için nasıl endişeleniyorlardı. Telefonu yanında olsaydı şimdi onlarla konuşup rahatlayabilirdi.

İstanbul sigara içiyordu. Aden onun yanına gidip, "Ailemle konuşamadım," dedi. "Telefonları kapalı. Burada daha fazla oyalanamam, mutlaka karşıya geçip eve gitmem lazım, bana yardım eder misin?"

"Yollar açılana kadar bekle, karşıya birlikte geçeriz."

"Çevre yoluna çıkarsak araç bulabiliriz."

İstanbul sert bir ifadeyle, "Çevre yolu diye bir şey mi kalmış," diye karşılık verdi. "Köprüler hakkında söylenenleri duymadın mı?"

"Duydum, ama söylentilere göre hareket edecek değilim," diye yanıtladı Aden. "Bence durum anlatıldığı kadar kötü değil, millet biraz abartıyor. Babam inşaat sektöründedir, inan bana yedi buçuk şiddetindeki bir deprem o köprüleri yıkamaz."

"Hazırlıksız yakalanmasa söylediğin doğru," dedi İstanbul. "Ne var ki 1.köprünün bakım çalışması geciktirilmiş, bu yüzden yıkılmış. 2.köprü hasarlıymış. Şu an sadece 3.köprü sağlam kaldı, ama o da uzak, üstelik ona bağlanan viyadükler ve bağlantı yolları ağır hasarlıymış. Kısacası yardım gelene kadar meydanda beklemekten başka çare yok."

"Ne yapıp edip karşıya geçmem lazım," dedi Aden. "Kabataş'a inip vapur arayalım, bir şey yapalım."

"Vapur mu?" güldü İstanbul. Tanınmaz hale gelen sahil şeridinde iskelelerin ağır hasar aldığını, deniz ulaşımının tamamen durduğunu üstüne basa basa anlattı. Üstelik yağma olayları her tarafta alıp başını gitmişti. Özellikle sahil şeridinde güvenlik sıfırdı. Gün ağarana ve artçı sarsıntılar bitene kadar meydanda beklemekten başka çare yoktu. "Sabah erkenden sahile gidip karşıya geçmenin yoluna bakacağız ama o zamana kadar en güvenli yer meydan."

Boşa vakit kaybediyordu, İstanbul'u ikna etmek imkânsızdı. Onu boş verip deniz yoluyla ulaşım hakkında bilgi alabileceği bir yetkili bulmak için etrafa bakınmaya başladı. Gezi Parkı'ndaki birkaç kişinin Kadıköy hakkında konuştuklarını duydu, bir an her şeyi boş verip onlara kulak kesildi. Evlerini babası yapmıştı. Aden babasının hiçbir masraftan kaçınmadan yaptığı binanın depreme dayanıklı olduğundan emindi, yine de on katlı olması kafasını kurcalıyordu. Onların yanına gidip yaşadığı semtin durumunu sordu. Kadıköy'de hasarın diğer ilçelere nispeten az olduğunu söylediler ama Moda'nın durumuyla ilgili bir şey bilmiyorlardı. Aden onlara vapur seferlerini de sordu.

"Hiç umut yok," dedi bir tanesi. "Yarına kadar başlamayacağından eminim, ama yarın başlayacağı bile meçhul." Söylenenlere göre Dolmabahçe Sarayı denize uçmuş; Kabataş, Eminönü ve Karaköy'deki tüm iskeleler yıkılmıştı.

Onların yanından ayrıldı. Otelin önünden geçiyordu. ATM'yi parçalamaya çalışanlar vardı, kalabalık bir grup da oteli yağmalıyordu. Biraz ileride yağmacılara müdahaleye hazırlanan çevik kuvvet polislerinin olduğunu gördü. Acele ederse müdahale başlamadan önce karşıya nasıl geçebileceğini sorup onlardan yardım alabilirdi. Polisler havaya ateş açmaya başladıklarında kulaklarını tıkayıp korku içinde yere eğildi. Silah seslerinden sonra panik içinde otelden fırlayan yağmacılardan biri elindeki TV ile kaçmaya çalışırken Aden'e çarpıp yere düştü. Dengesini kaybeden Aden düşmekten son anda kurtulmuştu. Yağmacı küfürler savurup ayağa kalkmaya çalışıyordu. Saldıracaktı, Aden tüm gücüyle İstanbul'un yanına doğru koşmaya başladı. Yağmacı da peşinden koştu. İyice yaklaştığını fark ettiğinde korkuyla bağırarak İstanbul'dan yardım istedi. Yardım çığlıklarını duyan İstanbul ayağa kalkıp sesin geldiği yere hareketlendi. Neler olduğunu anlamadan Aden'i kollarının arasında bulmuştu.

Adam onu görünce durdu. İstanbul üstüne yürüyüp, "Defol buradan," diye kükreyince anında kaçtı.

İstanbul kolundan sertçe tutup, "Bak güzelim, beni iyi dinle," diye uyardığında aralarındaki mesafe yok denecek kadar azdı. "Böyle etrafta yalnız başına dolaşırsan başına iş alırsın." Konuşurken etrafına yaydığı güç, Aden'i sersemletiyordu. "Bir daha yanımdan ayrılma."

"Ben hiçbir şey yapmadan duramam."

İstanbul arama kurtarma çalışması başlatmak için bir araya toplanmaya başlayan gönüllüleri işaret ederek, "İllaki bir şey yapmak istiyorsan onlara katılabilirsin," dedi.

Depremin şokunu atlatan gönüllüleri organize etmeye çalışan bir kadın vardı. Etrafına topladığı insanlara neden bir kurtarma ekibi oluşturmaları gerektiğini anlatıyordu. Tüm gözler yüksek sesle konuşan o kadına çevriliydi. Aden onu merak etti ve daha rahat duyabilmek için kalabalığa yaklaştı.

Karanlığın içinden biri, "Size katılmıyorum. Bence yardımın gelmesini beklemeliyiz," diyerek itiraz etti.

Aden kalabalığın en gerisinde belki gelir diye İstanbul'u bekledi ama o uzak kalmayı tercih etti. İlgisiz kalmasını yadırgayan Aden sinirlendi ve kalabalığın arasına girip önlere kadar ilerledi. En öne geldiğinde kadını daha yakından görebildi. Yirmi altı yirmi yedi yaşlarındaydı, düzgün fizikliydi, her ne kadar toz toprak içinde kalmış olsa da iyi giyimli olduğu hemen anlaşılıyordu. Yardımın gecikeceğini anlattıktan sonra, "Daha fazla bekleyemeyiz, bir şeyler yapmalıyız," diye haykırdı.

Ondan duyduklarının etkisi ile Aden'in tüyleri diken diken oldu. Tabii farklı düşünen insanlar da vardı. "Arama kurtarma işi uzmanlık ister, biz ne anlarız ki" diyenler oldu. İtiraz edenlerin sayısı artınca takım elbiseli ve evrak çantalı bir adam öne çıktı. "Yaralıları meydana taşısak o bile yeter." Aden de dayanamadı. "Evet, ben de aynı fikirdeyim. Böyle hiçbir şey yapmadan duramayız," diye bağırdı. Yaptığı bu çıkışın şaşkınlığını üstünden hemen attı. "İlk gönüllü ben olabilir miyim?" Aden bir cevap beklemeden kadının yanına gidip ismini söyledi. O da gülümseyerek kendini tanıttı ve isminin Zeynep olduğunu söyledikten sonra Aden'e teşekkür etti.

Zeynep'e biraz önce destek veren takım elbiseli adam, "Ben de gönüllü olmak istiyorum," dedi ve kendini tanıtarak isminin Savaş olduğunu söyledi. Otuzlu yaşlarının başındaydı ve güven verici birine benziyordu. Aden ismini söyleyip Savaş'la tanıştı. Bu sırada İstanbul da yanlarına gelip, "Amma da nazlandınız. Daha ne kadar konuşup duracaksınız? Hadi bir şeyler yapalım," dedi. Deminden beri uzak duran İstanbul'un, birden ekibe katılması ve onları ağır davranmakla suçlaması Aden'i şaşırtmıştı.

Birkaç dakika içinde katılanların sayısı arttı ve tamamı gönüllülerden oluşan on beş yirmi kişilik bir kurtarma ekibi oluşturmayı başardılar. Yangınlar yüzünden alevlerle sarmaş dolaş olan Cumhuriyet Caddesi'ne giderek molozların arasında kurtarılacak insan aramak düpedüz delilikti; ama ne yazık ki yardım çığlıkları oradan geliyordu. Aden yükselen feryatlara duyarsız kalamazdı, onları takip edip çalışmalara katıldı. Onun gibi bakımlı ve iyi giyimli bir genç kadının her taraf yağmacılarla doluyken, tehlikeli yerlere gitmeyi göze alması İstanbul'u şaşırtmıştı.

Aden ekibe uyum sağlamakta hiç zorlanmadı. Yaptığı iş hem yorucu hem de tehlikeliydi. Buna rağmen her an tepelerine yıkılabilecek binaların içine korkusuzca girip mahsur kalan yaralılara ilk müdahalelerini yapmakla kalmıyor; yardıma muhtaç yaşlıların ve çocukların dışarı çıkarılmasına da yardımcı oluyordu. Daha sonra gece boyunca Zeynep ile birlikte Sıraselviler Caddesi'ndeki Taksim İlkyardım Hastanesi'nin bahçesinde kurulan sahra hastanesindeki doktorlara yardım etti. Herkes onları hemşire sanmıştı.

Saatler ilerlediğinde kurtarma ekibine geri döndüler. Kadınlar önden gidip yıkıntıların arasında, "Sesimi duyan var mı?" diye bağırarak hayatta kalanları arıyor, erkekler de yaralıları Taksim Meydanı'na kurulan sıhhiye çadırına, daha ağır olanları da İlkyardım Hastanesi'ne taşıyordu. Aden bir binanın enkazında çocuk sesi duyunca hiç beklemeden diğerlerine haber verdi ve sesin geldiği yeri onlara gösterdi. Çocuğu bulma ümidiyle enkazı deli gibi kazmaya başladılar. Molozları aşıp, nereye sıkıştığını dahi bilmedikleri çocuğa nasıl ulaşabilecekleri hakkında Aden'in hiçbir fikri yoktu, ama eline geçirdiği bir demirle o da canla başla çalıştı.

Saatler bu şekilde geçtikten sonra nihayet yardım geldi. İmdatlarına önce maden işçileri yetişti. Modern teçhizatları yoktu, ama işe kazma küreklerle öyle bir giriştiler ki Aden'in içi umutla doldu. Saatler ilerlediğinde özel eğitimli köpekleri ve teçhizatlarıyla Sivil Savunma ve AKUT gibi profesyonel ekipler de bölgeye ulaştı. Kurtarma ekipleri çalışmaya başladığında depremzede gönüllülerine pek gerek kalmamıştı, artık sadece getir götür işine yarıyorlardı. Mahsur kalanlara, yaralılara ve yaşlılara yardım edip, başkalarının dertleriyle uğraşan Aden kendi derdini unutmuştu.

Kurtarma ekibinin ve kurtarılanların içecek suya ihtiyaçları vardı. Aden su almak için Taksim Meydanı'na gitti. Çalışmanın yapıldığı yer meydana çok yakındı. Su almak için sıraya girdi. Beklerken, toplanma noktası olarak kullandıkları ateşin olduğu yere baktı, İstanbul'u aradı gözleri. Kurtarma ekibinde anlatılanlara göre, yaşama tutunmaya çalışan dört kişiyi yarım saat arayla ve hepsini farklı enkazdan çıkararak sıhhiye çadırına getirmişti.

Aden sıra kendisine geldiğinde taşıyabildiği kadar su aldı. Geri dönmek üzereyken toplanma noktasında biraz dinlenmek ve ısınmak istedi. Mevsim ilkbahardı ve sabaha karşı hava iyice soğumuştu. İstanbul'un Taksim Meydanı'nda yaktığı ateşte ellerini ısıtırken, aklında sadece annesiyle kardeşi vardı. Poşetten çıkarıp baktığı pet şişe toz içindeydi, avuç içi ile kapağını sildi, ne var ki elleri şişeden daha kirliydi. Çok susamıştı ama bunu içemezdi. Bir şişe daha açıp ondan döktüğü su ile elini ve diğer şişeyi temizledi, sonra da gözünü yumup zorlanarak da olsa içti. Nedir bu ya sabah olsa da bir an önce Boğaziçi'ne inip karşıya geçsem ve evime gidebilsem dediği anda onu gördü.

İstanbul geri dönmüştü. Üşümüş olmalıydı, gelir gelmez bir şey söylemeden odunları karıştırıp ateşi iyice harladı ve ellerini ateşe uzatarak ısıtmaya başladı, bu arada bir sigara yakmayı da ihmal etmedi. Rüzgâr birden hızını artırınca alevlerin ışığını üzerine düşürdü ve İstanbul'un deniz mavisi gözleri daha bir ortaya çıktı. Aden karşıya geçmek için ona ne kadar güvenebilirim ki diye kendine sormadan edemiyordu, ama kendisi dâhil beş kişinin hayatını kurtaran birinin yağmacı olması da bir türlü kafasına yatmıyordu. Bu işte bir tuhaflık var, diyerek hiç yaşanmamış gibi yaptıkları konuyu açıp ona bir açıklama şansı tanımak istedi. Sonuçta karşıya birlikte geçeceği insana güvenmek zorundaydı.

Sonunda cesaretini topladı. "AVM'nin içindeyken o ölü adamın cebini karıştırdığını gördüm," dedi ve susup bekledi. Devam etmeden önce tepkisini görmek istiyordu.

İstanbul küstah bir gülümseme eşliğinde, "Hakkımda acele kararlar verme güzelim," dedi.

"Acele karar verseydim şu an yüzüne bakmazdım. Söyle bakalım, onun üzerinde ne arıyordun?"

"Madem her şeyi gördün, cüzdanını cebine geri koyduğumu da görmüşsündür."

Kollarını kavuşturan Aden onun şüpheli halleri karşısında gözlerini kısarak yüzünü inceledi. "Ölmüş birinin cüzdanını ne diye karıştırdığını bana hemen açıklamak zorundasın."

"Ben senin hayatını kurtardım, sen kalkmış beni sorguya çekiyorsun. Birine benzetmiştim. Emin olmak için kimliğine bakmak istedim hepsi bu. Neden uzatıp duruyorsun?"

"Boş versene. Beni kandıramazsın."

O anda sevinç çığlıkları ve alkışlar duyuldu. İkisi de kurtarma çalışması devam eden enkaza dikkat kesildi. Alkış seslerinden kısa süre sonra Zeynep uzaktan seslenerek Aden'den su getirmesini istedi.

"Çocuğu çıkarmış olmalılar," diyen İstanbul su poşetini alıp ayağa kalktı. "Bunları hemen götürsek iyi olacak."

"Ben saf değilim," dedi ve poşeti onun elinden aldı. "Şimdi o çocuğa dua et, ona acilen su götürmem lazım, yavrucak saatlerdir enkaz altında bekliyor. Yoksa..."

"Çocuk kurtuldu," diye bağıran Zeynep yarı yola kadar gelmişti. "Aden, beni duymuyor musun, deminden beri sana seslenip duruyorum? Ona hemen su vermemiz gerekiyor."

Zeynep'e, "Geliyorum," diye seslendikten sonra İstanbul'a dönüp, "Bana bak, bu işin burada bittiğini sanıyorsan yanılıyorsun," diye gözdağı verdi.

Sonra da Zeynep ile beraber koşar adım kurtarma ekibinin yanına doğru gittiler.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

16-Takas Kütüphanesi

16 Takas Kütüphanesi Kısa zamanda parktaki insanlarla tanışıp kaynaştı ve arkadaşlarına ufak tefek dövmeler yapmaya başladı. Aden'in ilk denemelerinde iyi işler çıkardığını gören Merve, ücret karşılığında dövme yapmaya başlayabileceğini söyledi ve hangi modelleri yapabileceğini katalogdan tek tek gösterdi. Müşterilerin istediği modeller Aden'in yapabileceği tarzda değil ise Merve'ye haber veriyor, ustası akşamları çadıra gelip geç saatlerde de olsa o müşterilerin dövmesini yapıyordu. Ne var ki müşteri sayısı çok azdı, Aden hiç para kazanamıyordu. Parasızlık canına tak edince sabretmek zor gelmeye başlıyor, 'Buradaki insanların dövme yaptıracak hali mi kalmış, hangi akla hizmet bu işe girdim' diye kendine kızıyordu ama çadır kentte dövmecilik yapılmayacağını bile bile sırf mesleği öğrenmek için işe başlamıştı ve o anlamda işler tahmin ettiğinden daha iyi gidiyordu, çünkü öğreniyordu. İşinin en iyi tarafı ders çalışmasına engel olmamasıydı. Buna rağmen doğru düz

14-Çarpışma

14 Çarpışma Sosyal Tesisler, Gülhane Parkı Aden Sabahın erken saatlerinde çadırın fermuarını açıp Aden'i uyandırdı. "Günaydın uykucu." Oldukça dinç görünen Zeynep gülümsüyordu. "Günaydın," diye mırıldandı. Güne bu kadar erken başlamaya alışık değildi. "Çok erken değil mi?" "Acele etmeliyiz, birazdan kuyruk başlar." "Ne kuyruğu?" "Kahvaltı tabii ki hadi, biraz hızlı ol." Daha ilk sabahtan uyumsuz görünmemek adına ona hayır demedi ve uyku tulumundan çıktı. Kucağındaki defter ve kalem yere düşünce, "Ne kadar kalın bir defter," dedi Zeynep. "Ne var bunun içinde?" "Önemli şeyler değil." Aden defteri kitapların altına sıkıştırdıysa da Zeynep oradan çıkarıp eline aldı ve kapağını incelemeye başladı. "Günlük mü tutuyorsun?" "Hayır, günlük değil." "O zaman bakmamda sakınca yoktur herhalde." Aden onay verdiğini gösterircesine başını salladığında de

Yarım Adam Romanı Önsöz ve Arkakapak

YARIM ADAM (ARKA KAPAK) Binalardan kaçanların toplandığı Taksim Meydanı mahşer yeri gibiydi. Aden ve İstanbul kalabalığın arasında artçıların geçmesini bekliyorlardı. Kandilli Rasathanesi elli beş saniye süren depremin merkez üssünün İstanbul, şiddetinin yedi virgül beş olduğunu açıklamıştı. Tarihe 2 Nisan İstanbul depremi olarak geçecekti... Deprem modern dünyayı yerle bir ederken Aden'in uyutulduğu taştan beşiği devirdi. Vahşi doğa tarafından yıkılmış, binaları yangın alevlerince yutulmuş, ölümün kol gezdiği İstanbul'da gerçeğin karanlık yüzüne doğru yaptığı yolculuk onu dehşet verici yerlerden geçmek zorunda bıraksa da korkunç bir kâbustan uyanmasını sağladı. Ama hakikati yaşayabileceği yeni bir hayata gözlerini açtığının henüz farkında değildi; çünkü elli beş saniye; yaşadıklarını anlayabilmesi için çok kısa, kaosla tanışmanın şiddetine dayanabilmesi içinse çok uzundu. İstanbul sarsıcı bir filozof ve karanlık bir şairin bedeninde ete kemiğe büründü. O, özgürlük atmosf