Ana içeriğe atla

1.Bölüm 55 Saniye

1.Bölüm

Elli Beş Saniye

İstiklal Caddesi / Beyoğlu

Tüm hayatı elli beş saniyede değişti. Elli beş saniye; yaşadıklarını anlayabilmesi için çok kısa, kaosla tanışmanın şiddetine dayanabilmesi içinse çok uzundu.

İstiklal Caddesi'nde bir alışveriş merkezindeydi, eli kolu poşetlerle doluydu. Dört nisanda en sevdiği arkadaşı Cansu'nun doğum günü vardı ve hediye seçmek için sadece iki günü kalmıştı. Aslında buraya ona elbise almak için gelmişti, ama her zamanki gibi dayanamayıp, hazır eski mahalleye gitmişken oradaki çocuklara dağıtırım diye ne görürse almaya başladı: Kutu kutu kalemler, minik ayakkabılar, etekler, kazaklar, pantolonlar, montlar... Cansu için aradığı elbiseyi bulsa sorun değildi ama arkadaşını mutlu edeceğini düşündüğü bir şeye rastlayamamıştı henüz.

Poşetleri AVM'nin otoparkında bulunan arabasına bırakmayı planlıyordu; sonra tekrar yukarı çıkıp mağazaları rahat rahat dolaşarak arkadaşına hediye bakacaktı. Asansöre doğru yürürken telefonu çaldı. Çantasını güç bela açıp telefonunu çıkardı. Arayan annesiydi.

"Aden merak ettim seni, neredesin?"

"Alışverişteyim anne."

"Kızım yine mi alışveriş? Eve ne zaman geleceksin?"

Saatine baktı, 18.45'yi gösteriyordu. Nasıl da çabuk geçmişti zaman. "Akşam yemeğine yetişemem, gecikirim biraz."

"Bak tatlım, bu ayki harcamaların babanın gözüne çok battı..." Annesi onu dikkatli harcama yapması gerektiği konusunda uyarırken bile gözünü vitrinlerdeki minik elbiselerden alamıyordu. Çocuklar için öyle güzel kıyafetler vardı ki bu durumda cebindeki kredi kartlarıyla ölçülü olabilmesi çok zordu.

Annesi çok geç kalmamasını söyledikten sonra telefonu kapattı. Aden otoparka inmekten vazgeçti. Hızlı hızlı yürüyüp mağazaları dolaşmaya devam etti. Cansu'nun sevdiği tarzda ürünler satan bir mağaza görünce durdu. Gözü vitrindeki bir elbiseye takılmıştı. İşte oradaydı, aradığı hediye vitrinden ona göz kırpıyordu. Bu elbisenin arkadaşına çok yakışacağını düşündü. Cansu'yla beden ölçüleri aynıydı, denemek için mağazaya girdi.

Aniden korkunç bir uğultu duyuldu, hemen ardından yer sallanmaya başladı ve elektrikler kesildi. Sarsıntı o kadar şiddetliydi ki ayakta duramadı, düştü, poşetler dört bir yana dağıldı. Oradan oraya savrulurken art arda patlayan vitrin camlarından, tavandan kopan lamba, taş ve alçı parçalarından korunmaya çalışıyordu. Bina sağa sola yatarken kolon ve kirişlerin çatırdamaları arasında bina tepemize yıkılacak diye kaçışanlar birbirlerini eziyorlardı. Onların ayakları altında kalmamak için kendini boşluğa doğru attığında başına aldığı darbeyle bayıldı.

Uyandığında sarsıntı bitmişti, karanlıktı, çok az şey görülebiliyordu. Korku içindeydi. Daracık bir yere sıkışmış, sırtüstü yatar haldeydi. Elleriyle vücudunu kontrol etti, ağrımadık yer yoktu; ama ufak tefek yaralardı, kollarını ve bacaklarını oynatabiliyordu. Bir an önce buradan çıkmalıyım diyerek can havliyle ayağa kalkmak istediğinde başını sert bir şeye çarptı.

"Ah!"

Acıdan tekrar bayılacak gibi oldu. Alnından kanlar sızıyordu. Elini yaraya, acının nabız gibi attığı yere götürdü. Yarasından sızan kanın sıcaklığıyla panikledi ve üzerindekileri yukarı itti. Çektiği acıyı umursamadan tüm gücünü verdi, ancak üzerindeki şeyler öyle ağırdı ki hiçbirini yerinden kımıldatamadı. El yordamıyla etrafı yoklayarak nerede olduğunu anlamaya çalıştı. Enkaz altında değildi, binanın yıkılmadığına sevindi. Her an artçı bir sarsıntıda bedeninin birkaç santim üstünde havada asılı kalmış gibi duran mobilyaların altında kalıp ezilebilirdi. Ne yapıp edip oradan çıkması gerekiyordu..

"Yardım edin," diye titreyen sesiyle defalarca bağırdı. Kimse cevap vermedi.

Bir süre çaresizce bağırıp yardım istedikten sonra sustu. Zorlayarak yan tarafa döndü. Koridorun epey ilerisinde birkaç cılız alev vardı ama yangın çıkma ihtimalini gösteren başka bir iz yoktu; zaten o alevler de sönmek üzereydi.

Ara ara yardım istemek için kalan gücüyle bağırıyordu. Azımsanmayacak bir zaman geçmiş olmasına rağmen kimse yardıma gelmemişti. Dakikalar saatlere dönmüş, gücü tükenmişti. Sesinin artık iyice zayıfladığı karanlık anlardı, sonunun geldiğini düşünüyordu. Umudunu yitirmek üzereyken birinin az ileride gezindiğini fark etti. "İmdat!" diye bağırmasıyla birlikte boğazına dolan toz yüzünden öksürüğe boğuldu.

Tam sesini duyuramayacağı korkusuna kapılmıştı ki genç adam onu duydu ve hızlıca yanına geldi. "Yaralı mısın?" diye sordu sağlam ve güçlü sesiyle.

"Lütfen yardım edin. Sıkıştım buraya, çıkamıyorum."

Telefonunun ışığını yüzüne tutarak, "Dur bakayım, başın mı kanıyor senin?" dedi ve iyice eğildi.

Işık gözlerini alınca başını öbür tarafa çevirdi. "İyiyim ben, ama buradan çıkamıyorum. Bu şeyler çok ağır. Lütfen yardım edin, çıkarın beni buradan."

"Bu tarafa döner misin?" dedi sert ve keskin bir tavırla.

Dediğini yapıp ona döndüğünde gözyaşları yüzünü yıkıyordu. Genç adam, ceketinin cebinden çıkardığı kâğıt mendille genç kızın yüzünde biriken gözyaşlarını ve kanları silmeye başladı. Sakinleştirmek için ismini sordu.

"Aden," diye cevapladı ve kâğıt mendili onun elinden alıp, yüzünü silerek kendini toparlamaya çalıştı.

"Kanama durmuş Aden. Merak edecek bir şey yok," dediği sırada telefonun ışığı kapandı. "Kahretsin şarjı bitti." Yeniden karanlığa gömülmüşlerdi. Aden'e telefonu olup olmadığını sordu.

"Çantamdaydı."

"Çantan nerede?"

"Bilmiyorum, buralarda bir yerde olmalı."

Çakmağın ışığını yere tutup çantayı aramaya başladı. Işık vurunca hayatını kurtaran metal dolabı ve askıda duran raf ve mobilya parçalarını daha dikkatli inceleme fırsatı bulan Aden bir kişinin yardımıyla sıkıştığı yerden kurtulmasının imkânsız olduğu fikrine kapıldı. O birikinti her an üzerine çökebilirdi. İyice panikleyip umutsuzluğa düştü.

"Deprem kaç şiddetindeymiş? Dışarıda durum nasıl? Yardım ekipleri geldi mi?"

"Sen hiç susmaz mısın?" diyen genç adam kafasını sinirlenerek sağa sola salladı. "Dış dünyayla bağlantımız kesik. Kaç şiddetinde olduğunu bilmiyoruz ama 17 Ağustostan şiddetli olduğu kesin. Yardımı unutsan iyi edersin."

"Ne demek unut! Burada ölüp gidecek miyim yani?"

"Kurtarma ekiplerinin seni bulmasını bekleyemezsin."

"Yardım olmadan beni buradan çıkarabilecek misiniz?" diye sordu.

"Birazdan anlarız," diye yanıtladıktan sonra aniden ayağa kalktı.

"Ne oldu birileri mi geldi?" diye sordu Aden. "Sana diyorum. Yoksa çantamı mı buldun?" Sorularına yanıt vermeden uzaklaşmaya başladığını anlayınca arkasından, "Nereye gidiyorsun?" diye bağırdı. "Beni burada bırakamazsın."

Bulundukları katın sonuna kadar gitti. Alevlerin tamamen sönmek üzere olduğu kısımda bir şeyler aradıktan sonra yere eğilip bir tahta parçası aldı ve geri döndü. "Çok şanslısın," dedi. Elinde kalın bir kalas vardı. Belli ki onu kurtarmak için getirmişti. Zorlanarak kaldırdığı kalasın ucunu Aden'in üzerindeki birikintinin alt kısmına soktu ve dolapla arasında kalan boşluğa bir tuğla yerleştirerek alttan destekledi. O kalası sürükleyerek buraya getirmesi ve az önceki zor hareketi yapabilmesi güçlü olduğunu gösteriyordu. Uzun boylu ve yapılıydı, Aden onun kendisini kurtarabilecek güçte olduğunu görüp biraz umutlandı.

Bir iki kez çok dikkatli ve yavaş bir şekilde deneme yapıp Aden'in üstündekileri kaldırabileceğine emin olduktan sonra, "Bu kolay olmayacak," dedi buz gibi bir sesle. "Üçe kadar sayıp üstündekileri yukarı kaldırdığımda bunları havada en fazla beş altı saniye tutabilirim. Eğer bu sürede oradan çıkamazsan bıraktığımda ezilebilirsin."

"O kadar kısa sürede buradan çıkabileceğimden emin değilim," dedi Aden.

"Bunu denemeye mecbursun. Artçı sarsıntı olursa bunların altında kalacaksın."

"Kurtarma ekiplerini beklemek istiyorum."

"O zaman günah benden gitti," dedi.

Kurtarma ekibinin geleceği yoktu. Aden de bunun farkındaydı. Birden adamı incelemeye başladı. Kendisinden beş altı yaş büyüktü; yirmi sekiz ya da yirmi dokuzunda olmalıydı. Güçlü olduğundan şüphesi yoktu. Belki tek başına onu oradan çıkarabilirdi. Birden büyük bir patlama sesi duyuldu ve hafif bir sarsıntı oldu. "Aman Allah'ım!" Ses alt katlardan gelmişti. Gidiyordu. "Dur lütfen," dedi Aden. Burada kalırsa ölecekti. "Beni sakın burada bırakma."

Genç adam durdu ve arkasını dönüp yanına geldikten sonra elindeki çakmağın ışığını Aden'in yüzüne tuttu.

"Neydi o ses," diye sordu Aden. "Neler oldu aşağıda?"

"Bilmiyorum, doğal gaz patlaması olabilir. Bekleyecek vaktimiz yok. Bir an önce buradan çıkmalıyız."

"Haklısın," dedi Aden. "Benden ne istersen yapmaya hazırım. Lütfen kurtar beni."

"Elimden geleni yapacağım," dedi ve yeniden kalasın ucundan tuttu. "Hazırsan üçe kadar sayıp üstündekileri yukarı kaldıracağım."

"Hazırım," dedi ve içinden dualar etmeye başladı.

"Bir, iki, üç," diye hızlıca sayıp, "Şimdi!" diye bağırdı ve tüm gücüyle metal dolabı beş on santim yukarı kaldırdı.

"Hadi, acele et!"

Aden korkuyla sürünerek dışarı çıkmaya çalışırken yerdeki cam kırıkları neredeyse sırtını parçalıyordu.

"Acele et! Daha fazla tutamam," diye bağırdı. Bıraktığında mobilyalar ve dolap büyük bir gürültüyle yere düştü. "İyi misin?"

"İyiyim. Kurtuldum. Çok teşekkür ederim," diyen Aden dışarı çıkmakta birkaç saniye gecikseydi o şeylerin altında kalıp ezilecekti. Sevinçle ayağa kalktı. "Ah!" Bileğini incitmişti, zor basıyordu. Birkaç adım sonra bir şeye takılıp yere düştü. "Ne oldu?" diyerek Aden'in yanına geldi. Yerden kalkmaya çalıştı. "Ayağım," diyerek kendini yere bıraktı.

Onu tek hamlede kollarına alan genç adam çıkış merdivenlerine yöneldi. Basamakları inmeye çalışırken her sendelediğinde korkuyla irkilen Aden'in kesik solukları kulağına çarpıyordu. Genç adamın ter içindeki gömleği Aden'in şakağından sızan kana bulanmıştı. Yıkımın ardında bıraktığı tozla karışan kan kokusu Aden'in burnuna doluyordu.

Düşe kalka üç kat indi, giriş kata gelince durdu. Yangın çıkmıştı. Burası az önceki patlamanın olduğu yerdi. Onu kucağından indirdi ve köşedeki duvara yaslanıp dinlenmeye başladı, nefes nefese kalmıştı.

Aden bir an arabasına ulaşırsa her şeyin sona ereceğini ve rahatlayacağını umarak, "Arabam otoparkta, oraya mı insek?" dedi.

"Arabanı unut," diye karşılık verdi.

Gücünü topladıktan sonra onu yeniden kucağına almak istedi. Aden'in ağrısı azalmıştı, üzerine basmakta zorlansa da ondan daha fazla yardım isteyemezdi. "Bir saniye," dedi. "Denemek istiyorum, sanırım yürüyebilirim." Nasılsa merdivenden inmişlerdi, düz bir zemindi ve çıkış kapısına çok uzak değillerdi. Sekerek yürümeye başladı. Bileğinin artık daha az acıdığını görünce kendine güveni geldi.

Aden dışarı çıktıklarında, "Aman Allah'ım!" diye inledi. Şok geçiriyordu. Sağa sola koşturan panik içindeki insanlar yanlarından geçiyor, birbirlerine bakıp ne yöne gitmeleri gerektiğini tahmin etmeye çalışıyorlardı. İstiklal Caddesi yerle bir olmuştu, tanınmaz haldeydi. Bazı binalar kökünden sökülmüş, bazıları yan yatmıştı. Bağlantıları kopan ve yarılan gaz borularının sebep olduğu yangınlar yüzünden her yerden alevler yükseliyor, mağazaların alarm sesleri hiç susmuyordu. Raydan çıkan tramvayın girdiği mağaza cayır cayır yanıyordu. Sokak lambaları ve elektrik telleri her yana saçılmıştı. Hiçbir yerde elektrik yoktu, cep telefonlarının fenerleri dışında ışık kaynağı bulunmuyordu; koskoca bir şehir korkunç bir karanlık tarafından yutulmuştu. Böyle bir yıkımda hayatta kaldığına şükretti. Bu felaketten sağ kurtulabilmek mucizeden başka ne olabilirdi ki?

Binalardan uzak, boş bir alan vardı. Aden'e orayı eliyle işaret ederek, "Güvenli bir yere benziyor," dedi. "Ayağın nasıl, yolun karşısına kadar yürüyebilecek misin?"

"Evet, ben iyiyim." Yürümeye başladılar. Onu takip ederken başı döndü. Belki de çok kan kaybetmişti.

"Neden durdun?" diye sordu. Cevap alamayınca dönüp Aden'in yanına geldi. Genç kadının bir an için gözleri karardı, düşmemek için elini onun omzuna koyup güç aldı. O an genç adamın boyunun tahmininden daha uzun olduğunu fark etti.

Parmak uçlarıyla Aden'in saçlarını yavaşça kaldırdı ve alnındaki yarayı görmeye çalıştı. "Kötü görünmüyor," dedi. "Çok acıyor mu?"

"Hayır, fazla değil." Başının dönmesi de geçmişti. "Hadi gidelim."

Gösterdiği yere gidip grup halinde toplananların arasına girdiklerinde genç adamın yüzü yara bere içindeydi, üstü başı toz toprak olmuş, başlarına gelmeyen kalmamıştı; ama o her şey normalmiş gibi gayet sakin bir şekilde sigara yaktı ve binaların birbiri üstüne yığıldığı caddede göz gezdirmeye başladı. Aden ise telefon bulma telaşına düşmüştü; ailesinin derdindeydi, oturdukları apartman yıkıldıysa diye ödü kopuyordu. Bir an önce annesiyle kardeşinin iyi olduklarını öğrenemezse çıldıracaktı.

Onları acilen aramalıydı, ne var ki telefonu çantasıyla birlikte binanın içinde kalmıştı. "Telefonunu verebilir misin?" diye sorduğunda toz yüzünden öksürdü.

"Unuttun mu? Şarjı bitti," diye karşılık verdi.

Herkese sormaya başladı. Kime sorsa telefonunda hat olmadığını söylüyordu. Şebekelerdeki aşırı yüklenme yüzünden sadece bir iki kişi kısa süreli konuşma yapabilmişti. Telefonla ulaşamadığı gibi eve de gidemiyordu. Boğaz köprülerinin ağır hasar aldığı herkesin dilindeydi. Karşıya geçebilmek için onun yardımına ihtiyacı vardı. Yanına döndüğünde genç adam bıraktığı yerde yoktu. Telaşla etrafına bakındı, onu AVM'ye girerken gördü. Alevlerin birazı sönmüştü ama yine de oraya girmesi oldukça tuhafına gitti. Belki içerde yardım isteyen yaralılar vardır, benim de bir faydam olur diye düşünerek peşinden gitti ama içerisi çok karanlıktı, kimseyi göremedi. Bina her an üstlerine çökebilecek kadar hasarlıydı. Buraya tekrar girerek hayatını tehlikeye atmıştı. Tam geriye dönüp dışarı çıkmak üzereyken ileride bir ışık gördü. Genç adam biraz orada durdu ve çakmağın ışığını yerde yatan birinin üzerine tuttu.

Aden oraya doğru yavaş adımlarla yürüdü. Yaklaştığında yaralı zannettiği kişinin hiç kıpırdamadığını görünce olduğu yerde kalakaldı. Adam ölüydü. Gece boyunca yaşadıklarından sonra ceset görmeye alışmıştı ama genç adamın yere çömelip ölünün ceplerini karıştırması Aden'i alt üst etmişti. Cesedi ters çevirip arka ceplerini de yoklamaya başladı. Bir cüzdan buldu ve hızlıca içinden bir şeyler alıp kendi cebine tıkıştırdı. Yangında öldüğünden kesin olarak emin olduğu o adamın cüzdanını almasının tek bir açıklaması olabilirdi. O ölü soyucuydu. Bunu anlamanın şokunu yaşayan Aden görmemesi gereken şeylere şahit olduğunu düşünerek paniğe kapıldı.

Madem yağmacıydı, o halde onu neden kurtarmıştı? Üstelik kılık kıyafeti yağmacı gibi değildi. Kurtarıcısının tam olarak ne yapmaya çalıştığını öğrenmeden oradan ayrılmaya niyeti yoktu. Kafasındaki sorulara cevaplar arayan Aden iyice yaklaştığında talihsiz adamın belden yukarısının yangında tamamen yanıp kömürleştiğini görüp çığlığı bastı.

"Aman Allah'ım!"

Genç adam panikle geriye dönüp, "Senin burada ne işin var?" dedi.

"Asıl senin ne işin var?"

"Bak güzelim, burası çok tehlikeli. Hemen dışarı çıkmalısın."

Haklıydı, durduk yere başını belaya sokmuştu. Gördükleri sonunu getirebilirdi, yine de kendini tutamadı. "O zavallının ceplerini neden karıştırıyorsun?"

"Sana ne?" diye yanıt verdi soğuk bir sesle.

"Ne demek sana ne? Ölmüş, görmüyor musun?" Cesedin yanına gidip acıyarak baktı. "Aman Allah'ım! Şuna bak, ne feci bir son."

"Bu da diğerleri gibi kurtulmuş işte, ne üzülüp duruyorsun?" Tabii bu arada genç adam ondan aldığı cüzdanı geri koymadan önce çakmağın ışığını iyice yaklaştırdı ve içinde bir şey kaldı mı diye kontrol etti. İşini bitirmek için acele ederken çakmak söndü. Tekrar yakmak istediğinde ısınan metalin elini yakması ile acıyla inledi ve "Kahretsin," diyerek çakmağı fırlatıp attı.

Ölü adamın cüzdanını ve cep telefonunu cesedin arka cebine çarçabuk sıkıştırdıktan sonra onu tekrar sırt üstü çevirip ayağa kalktı. "Hadi gidiyoruz," diyerek Aden'in yanına geldi. İtiraz etmedi, hızlıca çıkış kapısına yürüdüler.

Dışarı çıktıklarında, "Burada duramayız," dedi. "Bir an önce meydana gitmeliyiz."

Aniden çok güçlü bir sarsıntı oldu ve biraz önce içinden çıktıkları AVM büyük bir gürültüyle çöktü. Gördüklerinin korkusuyla şoka giren Aden başını iki elinin arasına alıp ileri geri sallanmaya başladı, kıpırdayamıyordu bile.

Genç adam yanına gelip, "Kendine gel," diye bağırdı.

Aden ona bir cevap vermek istedi, ancak korkunç bir kâbustan uyanıp gerçeğe dönmeye çalışan biri gibi dudaklarını oynatabildi sadece. İnsan çığlıkları arasında yerle bir olan koskoca bina sanki bir anda toz olup üzerlerine akmıştı. Bunun etkisinden kurtulamıyordu. Aden'in tepkisiz kaldığını görünce kolundan tutup sarstı, kendine gelince de sarılarak başını göğsüne yaslamasına izin verdi. Bir taraftan da sigarasını içmeye devam ediyordu. Bir nefes dumanı içine çekip üfledikten sonra, "İyi misin?" diye sordu.

"Acaba kurtulan olmuş mudur?" diye yanıtlayan Aden kaskatı kesilmişti.

"Hiç sanmıyorum." Cevabı oldukça kesin ve sertti.

Başını bir anlığına onun göğsünden kaldırıp yıkılan binaya baktı. "Yine de gidip bakmalıyız. Belki yardım..." Boğazına kaçan toz yüzünden devamını getiremedi. "Zavallılar, dışarı çıkamadılar, mahvoldular." Sürekli öksürüyor, nefes almakta bile güçlük çekiyordu. "Siz olmasaydınız ben de oradan çıkamayacaktım."

"Evet, aynen öyle," diye karşılık verdi Aden'in hiç beklemediği bir küstahlıkla. "Yetişemeseydim sen de bu dünyadan kurtulmuş olacaktın."

Aden onun söylediklerini tuhaf, tavırlarını da kaba bulmuştu. Düşünceli bir şekilde başını göğsünden kaldırıp bir adım geriledi ve gözyaşlarını silip, üstünü başını düzelterek kendini toparlamaya çalıştı. Sonra alışveriş merkezine doğru gitti ve yardım bekleyen bir yaralı var mı diye göz attı. Ağlayan, başını ellerinin arasına almış korku ve şaşkınlık içinde bekleyen insanlardan başka bir şey göremedi. Her yanı kaplayan yoğun toz bulutu yüzünden enkazı tam göremiyordu.

Yaşadığı çaresizlikle bir çığlık firar etti dudaklarından. "Kahretsin, hiçbir şey göremiyorum."

"Arabanı unutsan iyi edersin," dedi genç adam.

"Arabam mı?" Aden arabasının otoparkta olduğunu o söyleyince hatırladı. "Sahi ya arabam..." Yaşadığım şok yüzünden aklımdan çıkmış olmalı diye düşündü. Üstelik ona arabasından bahsettiğini bile hatırlamıyordu. "Şey ben yardıma ihtiyacı olan kimse var mı diye bakmak istedim."

"Orada yaralı olmaz. Baksana, bina tamamen yıkıldı."

"Allah'ım yardım et, yoksa tüm şehir mi yıkıldı? Lütfen bana sağlam kalan bir yer bul, toz yüzünden hiçbir şey göremiyorum ve çıldırmak üzereyim."

"Bak kızım, biz şehri görmeye hazır olana kadar bu toz bulutu dağılmayacak. Yırtınıp durmanın anlamı yok."

"Ne demek istiyorsun sen?" dedi Aden korku içinde.

Sabır gösterdiğini gözüne sokar gibi içini çekip, "Yepyeni bir varoluşun kapısı aralandı," dedi. "Bu yıkımın hepsini birden görürsen dayanamazsın. Gün ağarana kadar bekle; kozmos patladığında bugüne kadar içinde yaşadığın dünyanın sona erdiğini ve hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını göreceksin."

Böyle dillendi işte yalnızlığın doruklarından yürek karıştıran yabani. Dağlarında bir kurt gibi tek başına yaşadığı yer Aden'e öyle yabancıydı ki ilk kez ayak bastığı toprakların ne dilini biliyordu ne de yollarını. Boş gözlerle, ne hissedeceğini bilmeden önüne baktı. Sanki hayata gözlerini açtığı ve içinde büyüyüp serpildiği İstanbul'da değil, başka bir yerdeydi. Yoksa hayatını kurtarmış dahi olsa bir yağmacıdan medet umar mıydı hiç!

"Burada kalamayız Aden. Bir an önce meydana gitmeliyiz. Geliyor musun?"

Depreme Avrupa yakasında yakalanmışlardı. Aden Anadolu yakasında oturuyordu ve ne yapıp edip bir an önce karşıya geçmeliydi. Karşıya bir geçebilse, Üsküdar ya da Harem, neresi olduğu hiç önemli değil, Kadıköy'deki evlerine kadar yürüyebilirdi. Ne var ki köprülerin ve viyadüklerin ciddi hasar aldığı ve karayoluyla ulaşımın tamamen bittiği söyleniyordu. Deniz yoluyla ulaşımın durumunu bilmiyordu, ama tek çaresi vapur bulabilmekti. Şimdilik en güvenli yerin Taksim Meydanı olduğu su götürmez bir gerçekti. Oraya gitmeliydi ama tüm bunlar onun için öyle fazlaydı ki artık kıpırdayamaz hale gelmişti.

"Bak, ikimizi de bu cehennemden çıkarabilirim ama seni yine taşıyacağımı sanıyorsan yanılıyorsun," dedi ve Aden'in elinden tuttu. "Daha fazla bekleyemeyiz. Hadi gidelim."

"Bırak beni. Kendim yürüyebilirim," dedi ve elini hızlıca çekip onun iri ellerinden kurtardı.

Şehrin durumu ortadaydı, yalnız yapamazdı. Karşıya geçebilmek için onun yardımına ihtiyacı vardı; ne var ki bir ölünün ceplerini karıştırması kafasını fena kurcalıyordu. Katil ya da tecavüzcü değil ya, sonuçta adam sadece yağmacı diye düşünerek ona bir süre daha güvenmek istedi. Sonuçta hayatını kurtarmıştı ve o olmasaydı şu an hayatta olamayacaktı, en iyi ihtimalle enkaz altında can çekişiyor olurdu.

Aden ona ismini sordu. "Benim adım..." dedikten sonra duraksadı genç adam ve yüzünü karanlığın içine çevirip bir kez daha derin derin baktı. Karşısındaki yıkımda kendini bulduğu o anda, nereye ait olduğunu anlamıştı. Her yer ceset doluydu, bu deprem belki on binler belki yüzbinlerce insanı öldürmüş, bir o kadarını da enkaz altında bırakmıştı; ama onu öldürmemiş, ona yeniden hayat vermişti. O, geçmişin enkazının altından felaket sayesinde kurtularak kendi kendini var edecekti. "Benim adım İstanbul."

Ne? Yok artık, şaşırmıştı Aden. Hangi anne baba oğluna böyle bir isim koyardı ki? "Dalga mı geçiyorsun?" diye şüpheyle sordu.

İstanbul çenesini hafiften yukarı kaldırıp Aden'i tepeden süzdü. "Asıl sen dalga geçiyor olmalısın," diye karşılık verdi. "Cehennemde olmamıza rağmen cennetin ismini taşıdığını söylüyorsun."

Aden yüz ifadesinden onun ciddi olduğunu anlamıştı. "Neyse" dedi Aden yumuşak bir sesle. "AVM'den çıkmama yardım ettiğin için teşekkür ederim İstanbul. Hayatımı sana borçluyum."

"Bana hiçbir şey borçlu değilsin."

"Nerede oturuyorsun?" diye sordu Aden.

"Bostancı'da."

Aden onun da karşıda hem de kendi semtlerine çok uzak olmayan bir yerde oturmasından duyduğu sevinci gizlemeye çalışarak, "Ben de Moda'da oturuyorum," dedi. "Karşıya nasıl geçeceğimizi biliyor musun?"

"Soruların biter de meydana gidebilirsek öğreneceğiz."

"Tamam gidelim," dedi Aden.

Yıkıntıların üstünden atlayarak Taksim Meydanı'na gitmeye çalışan insan karartılarının peşlerine takılıp ilerlemeye başladılar. Aden yangınlardan yükselen alevler caddeyi aydınlattığında az önce insana benzettiği karartıların çoğunun taş ve demir yığınlarından başka bir şey olmadığını anladı. Tam da o sırada yağmacılar her yanı sarmıştı. Korkuyla İstanbul'un kolunu tutup onun arkasına sığındı, sonra da yolun kalan kısmında onu hiç bırakmadı.

Deprem modern dünyayı yerle bir ederken Aden'in uyutulduğu taştan beşiği devirmişti. Vahşi doğa tarafından yıkılmış, binaları yangın alevlerince yutulmuş, ölümün kol gezdiği İstanbul'da gerçeğin karanlık yüzüne doğru yaptığı yolculuk onu dehşet verici yerlerden geçmek zorunda bıraksa da genç kadının korkunç bir kâbustan uyanmasını sağladı. Ne var ki Aden hakikati yaşayabileceği yeni bir hayata gözlerini açtığının henüz farkında değildi; çünkü elli beş saniye; yaşadıklarını anlayabilmesi için çok kısa, kaosla tanışmanın şiddetine dayanabilmesi içinse çok uzundu.

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

16-Takas Kütüphanesi

16 Takas Kütüphanesi Kısa zamanda parktaki insanlarla tanışıp kaynaştı ve arkadaşlarına ufak tefek dövmeler yapmaya başladı. Aden'in ilk denemelerinde iyi işler çıkardığını gören Merve, ücret karşılığında dövme yapmaya başlayabileceğini söyledi ve hangi modelleri yapabileceğini katalogdan tek tek gösterdi. Müşterilerin istediği modeller Aden'in yapabileceği tarzda değil ise Merve'ye haber veriyor, ustası akşamları çadıra gelip geç saatlerde de olsa o müşterilerin dövmesini yapıyordu. Ne var ki müşteri sayısı çok azdı, Aden hiç para kazanamıyordu. Parasızlık canına tak edince sabretmek zor gelmeye başlıyor, 'Buradaki insanların dövme yaptıracak hali mi kalmış, hangi akla hizmet bu işe girdim' diye kendine kızıyordu ama çadır kentte dövmecilik yapılmayacağını bile bile sırf mesleği öğrenmek için işe başlamıştı ve o anlamda işler tahmin ettiğinden daha iyi gidiyordu, çünkü öğreniyordu. İşinin en iyi tarafı ders çalışmasına engel olmamasıydı. Buna rağmen doğru düz

14-Çarpışma

14 Çarpışma Sosyal Tesisler, Gülhane Parkı Aden Sabahın erken saatlerinde çadırın fermuarını açıp Aden'i uyandırdı. "Günaydın uykucu." Oldukça dinç görünen Zeynep gülümsüyordu. "Günaydın," diye mırıldandı. Güne bu kadar erken başlamaya alışık değildi. "Çok erken değil mi?" "Acele etmeliyiz, birazdan kuyruk başlar." "Ne kuyruğu?" "Kahvaltı tabii ki hadi, biraz hızlı ol." Daha ilk sabahtan uyumsuz görünmemek adına ona hayır demedi ve uyku tulumundan çıktı. Kucağındaki defter ve kalem yere düşünce, "Ne kadar kalın bir defter," dedi Zeynep. "Ne var bunun içinde?" "Önemli şeyler değil." Aden defteri kitapların altına sıkıştırdıysa da Zeynep oradan çıkarıp eline aldı ve kapağını incelemeye başladı. "Günlük mü tutuyorsun?" "Hayır, günlük değil." "O zaman bakmamda sakınca yoktur herhalde." Aden onay verdiğini gösterircesine başını salladığında de

Yarım Adam Romanı Önsöz ve Arkakapak

YARIM ADAM (ARKA KAPAK) Binalardan kaçanların toplandığı Taksim Meydanı mahşer yeri gibiydi. Aden ve İstanbul kalabalığın arasında artçıların geçmesini bekliyorlardı. Kandilli Rasathanesi elli beş saniye süren depremin merkez üssünün İstanbul, şiddetinin yedi virgül beş olduğunu açıklamıştı. Tarihe 2 Nisan İstanbul depremi olarak geçecekti... Deprem modern dünyayı yerle bir ederken Aden'in uyutulduğu taştan beşiği devirdi. Vahşi doğa tarafından yıkılmış, binaları yangın alevlerince yutulmuş, ölümün kol gezdiği İstanbul'da gerçeğin karanlık yüzüne doğru yaptığı yolculuk onu dehşet verici yerlerden geçmek zorunda bıraksa da korkunç bir kâbustan uyanmasını sağladı. Ama hakikati yaşayabileceği yeni bir hayata gözlerini açtığının henüz farkında değildi; çünkü elli beş saniye; yaşadıklarını anlayabilmesi için çok kısa, kaosla tanışmanın şiddetine dayanabilmesi içinse çok uzundu. İstanbul sarsıcı bir filozof ve karanlık bir şairin bedeninde ete kemiğe büründü. O, özgürlük atmosf