Ana içeriğe atla

19-Aşk Yürüyüşü

19

Aşk Yürüyüşü

"Burası ölmüş," dedi İstanbul. "Koskoca Kadıköy'ü bitirmişler."

"Karşıya geçelim," dedi Aden. "Hem bahaneyle Beşiktaş'ı gezmiş oluruz."

İstanbul itiraz etmedi. İskeleye yürüdüler. Yol boyunca ikisinin de gözleri depremden sonra başlayan kültürel yıkımın izlerindeydi. Kadıköy ikisine de hayal kırıklığı yaşatmıştı. Eğlence mekânlarının bir kısmı depremde yıkılmış, kalanı ise hükümetin baskıcı uygulamaları nedeniyle kapatmak zorunda kalmıştı.

En azından iskelede şansları yaver gitti, Beşiktaş vapurunu ucu ucuna yakaladılar. "Durumun bu kadar kötü olduğunu bilmiyordum," dedi İstanbul. "Kadıköy böyleyse gerisi kim bilir ne durumdadır."

"Şurayı anlayamadım. Sen depremden sonra barlar sokağına hiç gitmedin mi?"

"Hayır."

"Peki, nereye takılıyordunuz?"

"Hiçbir yere Aden, biz hep parktaydık."

İstanbul'un yanında bir süredir kadın görmüyordu. Onlarla dışarıda da buluşmuyorsa çapkınlıklarından benim için vazgeçmiş olabilir mi acaba diye sormadan edemedi kendine.

Vapurdan inip Beşiktaş'a yürüdükleri sırada, "Bozma moralini, gece daha yeni başlıyor," dedi Aden, sesi umutluydu. "Dünya yıkılsa burayı ele geçiremezler."

Ne yazık ki umduğu gibi olmadı. Beşiktaş'ın durumu da Kadıköy'den farksızdı. Hafta sonu olmasına rağmen hiç kalabalık yoktu. Ne yazık ki baskıya dayanamayan kültür kalesi Kadıköy gibi, direnişin göz bebeği Beşiktaş da itaat kuvvetlerinin karşısında diz çökmüştü.

"Burayı böyle görmektense ölmeyi yeğlerdim." İstanbul'un sesinde ilk kez çaresizliğin hâkim olduğunu gören Aden'in tüyleri ürperdi.

Barlar sokağında uzun bir süre takılacak mekân aradılar, kafalarına göre bir yer bulamadılar. Barların yarısı kepenk indirmişti, kalanları da İstanbul beğenmiyordu. Kiminin çaldığı müzikteydi sorun, kiminin müşteri kitlesinde. Bir kısmı loş değildi, bir kısmında çalan gruplar yetersizdi. Hiçbir yer ona uymadı. İyi müzik yapan grupların olduğu mekânlar vardı ama İstanbul'un aradığı sadece eğlenecek türde bir yer değildi. O hâlâ ses çıkaranların olduğu bir mekân arıyordu.

Bir saat kadar dolaşıp durduktan sonra, "Zorlamanın anlamı yok," dedi Aden. "Biraz önce otantik bir bar görmüştüm, oraya gidelim."

Geriye dönüp gösterdiği yere gittiler. Saatlerdir yürüyorlardı, Aden yorulmuştu; yine de içeri girdiklerinde oturmadan önce tuvalete gitti. Üstüne başına çeki düzen verdi, dışarı çıktı. Masaya geldiğinde biraları ve patlamış mısır kâsesini gördü. Sorsaydı şarap isteyecekti, ama İstanbul onu beklemeden sipariş etmişti, çok önemsemedi.

"Beşiktaş da kaderine terk edilmiş," dedi İstanbul. Özgürlüğün gözbebeği olan iki semtte de baskılı yaşamın kanıksanmış olmasına duyduğu öfke gözlerinin derinliğindeki maviliği karartıyordu. Bakışlarındaki dalgalanma öyle güçlüydü ki sanki ardından gelecek fırtınanın habercisiydi.

"Durum katlanılamaz hale geliyorsa ki gelmiş," dedi Aden. "Bir şeyler yapıp çare bulmalıyız, tabii ki hukukun dışına çıkmadan." Amacı onun ağzını yoklamaktı. Planladığı eylemden bahsedecek mi diye merak ediyordu.

"Büyük ihtimalle tenha noktalarda gizli saklı takılıyorlar," dedi İstanbul.

"Belki de yapılması gereken şey tepkimizi sanatın çatısı altında birleştirmek..."

Aden'in anlattıklarını dinlemiyordu İstanbul, bir gözü televizyondaki futbol maçındaydı. Aden aslında onun gibi yapıp, maçı izleyerek biraz kafa dağıtmak hiç fena olmaz diye düşündü ve televizyonu işaret etti. "Beşiktaş kimle oynuyor?"

İlgilenmiyormuş gibi yaptı ve "Bilmem," diye yanıtladı.

Ne acayip bir insan bu anlamadım, ben sorana dek gayet ilgiyle izliyordu maçı diye düşündü Aden. "UEFA kupası maçı değil mi bu?"

"Kazanırlarsa çeyrek finale çıkacaklar," diye yanıtladı.

"Beşiktaşlısın öyle değil mi?" diye sordu Aden.

"Bir zamanlar öyleydim, artık takım tutmuyorum."

"Bir zamanlar ben de Fenerbahçeliydim."

"Sen niye mısır yemiyorsun?"

"Hayatta yemem," dedi Aden. "Dişlerime yapışan bir şeyden hiç hoşlanmam."

Çoğu gençlerden oluşan kalabalık bir turist kafilesi geldi, eğlenmeyi bilen insanlardı. Mekânı kısa sürede hareketlendirdiler. Ne içkide sınır tanıyorlardı ne dansta, doludizgin eğleniyorlardı. Aden onları izlemekten büyük keyif aldı ve kısa sürede havaya girip şarap sipariş etti. Müzik, şarap ve birkaç kadehten sonra İstanbul'un da neşesi yerine geldi. Garsondan şarap şişesini getirmesini istedi.

Gitmeye yakın Aden'in hiç beklemediği bir şey yaptı ve ona şiirler okumaya başladı. Özlü sözler de söylüyordu. İstanbul'un şairane sözlerle aklını çelip ayartmaya çalışması ona çok tatlı gelmişti, sadece böyle gelse iyi, güven de vermişti. Aden ondan aldığı bu cesaretle kendinden beklemeyeceği bir şey yapıp DJ'in yanına gitti. Dans pistinin rahatça görülebileceği bir yükseklikteydi kabin, oraya çıkan basamakları tırmandı. Burada ne işin var dercesine ona bakan DJ'den slow bir parça çalmasını rica etti. Adam kulaklık takıyordu ve onu anlayamadığını işaret edip gitmesini istedi. Çantasından telefonu çıkarıp şarkı listesine girdi ve aradığı parçayı bulup ona gösterdi. DJ telefonunun ekranına iyice yaklaştı ve romantik bir şarkı olduğunu anlayınca başını olumsuz anlamda sallayarak turistleri gösterdi. Aden ısrar edince, "Olmaz, görmüyor musun hızlı parçalar istiyorlar," diye bağırdı. "Buradan hemen inmezseniz güvenliği çağırmak zorunda kalacağım." DJ'in sertleşen tavrı Aden'i çileden çıkarınca kalan son basamağı da çıkarak kabine girdi. Adamın kulaklığını çıkarıp, "Hemen bu parçayı çalmazsan olay çıkarırım ve burada bir tane bile turist kalmaz, ona göre," diye bağırarak tehdit etti.

Karşısındaki kızın hiç şakası olmadığını anlamıştı. Müşteri kıtlığı çekilen bir dönemde olay çıkması barın anında boşalması demekti. Bunu göze alamazdı. Başıyla onu onayladı ve telefonu istedi. Bir bağlama kablosuyla telefonu bilgisayara bağladıktan sonra şarkıyı seçti. "Hazır," dedi. "Şu an çalan parça bitince bu şarkıyı gireceğim. Bana bak, eğer turistler şikayet ederse yarıda kesmek zorunda kalırım ona göre."

"Bu şarkıya sabredemezlerse ben de bu barı onların başına yıkarım," diye karşılık verdi Aden.

"Hadi git artık," dedi adam. "Parça bitmek üzere."

Aden hızlıca aşağı indi. Yanına döndüğünde İstanbul onu meraklı bakışlarla süzüyordu. O sırada slow müzik başlayınca İstanbul neler olduğunu anladı. Aden derin bir nefes aldıktan sonra elini uzatıp onu dansa davet etti. İstanbul bunu hiç beklemiyordu. İlk kez bir kadın tarafından dansa kaldırılıyordu. "Sen gerçekten de inanılmazsın," diyerek gülümsedi ve onu geri çevirmedi.

Kollarını bardaki en yakışıklı adamın boynuna keyifle dolayan Aden turist kadınların imrenen bakışları altında ağır ağır dans ederek onunla olmanın tadını çıkardı. "Sence biz neden böyleyiz?" İstanbul cevap vermedi. Şiir okumak, aforizmalarla edebiyat parçalamak neyse de aşık olduğu kadına sarılıp romantik danslar etmek ve bu tip konuşmalara girmek ona uygun bir şey değildi. Aden'in bu gece durmaya niyeti yoktu. "Neden bu lanet olası dünyadan şu turistler gibi hayatın tadını çıkararak çekip gitmiyoruz? Neden tatil havasında yaşamıyor, neden boğuşup duruyoruz?"

İstanbul dudaklarını Aden'in kulağına iyice yaklaştırarak, "Sence sorun bizde mi yoksa böyle bir dünyaya tepki vermeden yaşayanlarda mı?" diye sordu? Aden, onun nefesini teninde hissedince irkilerek geri çekildi. Göz göze geldiklerinde İstanbul sözlerine devam etmek için daha da yaklaştı, sıcaklığı Aden'in tenini ele geçirmişti. "Onların huyuna suyuna gitmek için çırpınmaktansa akıntıya karşı yaşarken boğulmayı tercih ederim."

Ölüme davetiye çıkaran sözlere sabrı yoktu Aden'in. Kıyıya çıkabilir, suyun nasıl aktığıyla çok da ilgilenmeden ama kirletenlerden de olmadan küçük bir hayat kurabilirlerdi. Bunu istiyordu, ne var ki ters akıntıyı kıyıya çıkmaya ikna etmek zor olacaktı.

"Aman hemen koş, boğul! Geç kaldın zaten," diye çıkışırken dans etmeyi bir anlığına bırakıp geri çekti kendisini. İstanbul hiç beklemeden karşı hamleyi yaptı ve onu belinden kavrayıp kendine doğru çekti. Göz gözeydiler, can yakıcı azgın mavi dalgalarla baş etmek öyle yorucu geldi ki bakışlarını kaçırıp gözlerini kapadı ve başını İstanbul'un geniş omzuna yasladı.

Güle oynaya bardan çıktılar ve Arnavut kaldırımlı taş sokakta el ele yürümeye başladılar. İstanbul edebiyat parçalamaya devam etti, peş peşe şiirler okuyup özlü sözler söyledi. Galata Köprüsü'ne gelince aniden onun elini bıraktı ve bir sıçrayışta köprünün demir korkuluklarının üstüne çıktı. Beklemediği bu hareket karşısında şaşıran İstanbul endişeli gözlerle onu takip ediyordu. Aden'in dengesini sağlamakta zorlandığını anlayınca ani bir hareketle onu bacaklarından tutarak düşmesini engelledi.

İstanbul'un yardımıyla doğrulan Aden tatlı tatlı gülümsedi. "Hadi bakalım, sıra sende, böyle alalım sizi."

"Az kalsın düşecektin Aden. Hemen aşağıya iner misin?"

"Keşke erkek olan ben olsaydım. Orada durup boş boş konuşacağına gel de sana Titanik nasıl yapılır göstereyim," derken dengesi yine bozuldu.

"Yavaş ol," dedi İstanbul ve onun bir kez daha Haliç'e düşmesini engelledi.

Baktı ki olmuyor, İstanbul da yukarı çıktı. Aden'e arkasından sarılıp ellerini belinde kavuşturdu ve duruşunu sağlamlaştırdı.

Aden onun ellerini tutup kollarını yana doğru açtı. "İstanbul görüyor musun dünya nasıl da ayaklarımızın altından kayıp gidiyor..."

"Aden sen delirdin mi?"

"Şşşşt sus, lütfen kapa gözlerini ve denizin sesini dinle."

Köprünün altından geçen vapur Haliç'in sularını yara yara Boğaziçi'ne açılıyordu. Aden gözlerini kapadı ve İstanbul'un kokusunu içine çekti; sonra başını usulca ona çevirdi, göz göze geldiler. O anda, deniz mavisi gözlerinde takılı kaldığı birkaç saniye hayatının en uzun saniyeleriydi. İnsanı paniğe sürükleyen korkunç bir çarpışmaydı, daha önce hiç böyle bir şey yaşamamıştı. Ay ışığıyla parlayan mavilik öyle yakıcı hale geldi ki karanlık dehlizlerin olduğu derin sularda boğulduğunu hisseden Aden gözlerini yumdu. Dudakları buluşmadan önce İstanbul'un nefesinin sıcaklığını duyduğu anda gözlerini bir saniyeliğine açtı, sonra maviliğin içinde kayboldu.

Aden kıkırdamaları duyduğunda öpüşmeyi kesip panik içinde etrafına baktı. Köprüden beş altı kişilik bir öğrenci grubu geçiyordu. İstanbul korkuluktan inip elinden tuttu ve inmesine yardım etti. Utanç içindeydi, morardığından emin olduğu alt dudağını fark ettirmemek için eliyle istem dışı bir hareket yapıp ağzını kapattı. Belki görmemişlerdir diye aklından geçirdi ve öyle olmasını umdu, ama dönüp dönüp onlara bakarak gülüşmelerinin başka bir sebebi olamazdı.

"Hani nerede o deli cesareti, köprüyü geçtik mi ki aniden normale döndün?" diye sordu İstanbul. "Yükseldiğimiz ilham bulutlarından ne çabuk indin, ne çabuk yere bastı ayakların. Ben hâlâ köprüdeyim ve ayaklarım yere basmıyor. Bak, neredeyse havalanacağım, görüyor musun? İki kanadım ol, bizi dünyanın öbür ucuna uçurayım."

"Söylediklerin bu gece çok şairane," dedi Aden. "Söylesene biraz önce okuduğun sözler hangi şaire aitti?"

"Ne şairi?" dedi dalga geçer gibi gülümseyerek. "Bilmem az önce aklıma geldi, bir yerden okumadım."

"Ne yani, buna inanmamı mı bekliyorsun?"

Karşısında o kadar ciddi duruyordu ki Aden'in kafası karışmıştı. "Boşuna uğraşma, beni kandıramazsın."

"Sana neden yalan söyleyeyim?"

"Ne yani sen şimdi bana, okuduğun şiirlerin ve tüm o özlü sözlerin birdenbire aklına esen şeyler olduğunu mu söylüyorsun?"

"Evet, birden aklıma geliyorlar, bunu söylüyorum. Bunu neden bu kadar büyüttüğünü anlamadım."

"Büyütüyor muyum? Kusura bakma ama bu nasıl olur? Yani hiçbir çalışma yapmadan, üzerinde kafa yormadan öyle birden bu kadar etkili sözlerin aklına gelmesi nasıl olur?"

"İlkin birkaç imge beliriyor, işte bunların önünü arkasını eşelerken ne çıkıyorsa o anda çıkıyor. Öyle noktasını, virgülünü hesap etmeyle uğraşsam hepsi uçar gider aklımdan."

"Bence bu hiç normal değil."

"Bu her zaman olan bir şey değil Aden. Bu gece ne olduysa artık..." İstanbul bir anlığına sustu ve gözlerini kapatıp bir iç geçirdi. "Bir ömür boyu içimin sakinleri olmuş bu sözler, seni beklerken şarap gibi yıllanmışlar, şimdi senin elinden kadehlere dolmak için yarışıyorlar, tutana aşk olsun," dedi ve Aden'in elini tuttu.

El ele tutuşup köprüden geçtiler. Üç bin yıllık tarihin arasından yavaş yavaş evlerine, Gülhane'ye dönüyorlardı. İstanbul'u dinlerken sürekli yutkunup durmak zorunda kalıyordu.

"Sen yoksa dâhi falan mısın?" dedi Aden.

"Bence söylediklerimin bazıları berbat, ama sen güzel olanları dikkate alıyorsun. Kısacası ortada zannettiğin gibi abartılacak bir durum yok."

"Yani sen, bu yeteneğinin herkeste olduğunu mu sanıyorsun? Sayfalarca yazsam anlatamayacaklarımı birkaç cümleye sığdırabilmenin ne kadar dâhiyane olduğunun farkında değil misin?" İstanbul'un onu ciddiye almadığını gösterircesine gülümsediğini görünce, "Tabii ya, bir yerde okumuştum," dedi Aden. "Dâhiler çocuk gibi olur, ne kadar yetenekli olduklarını bilmezlermiş."

"Oscar Wilde: 'Ben dehâmı hayatıma kattım,' demiş. Adamın bu sözünü çok tutuyorum." İstanbul sigarasından bir nefes çekip üfledikten sonra sözlerine devam etti. "Sanatla işim olmaz, ben kendimi yaşayarak gerçekleştirmeyi seçtim."

"Böyle bir şeyi nasıl söylersin?" diyerek karşı çıktı Aden. "Gerçekten de büyük bir dehâysan böyle boş vermiş olmanın dünya için nasıl bir kayıp olduğunu tahmin bile edemezsin? Sahip olduklarının değerini nasıl fark etmezsin? Belki senin ilk okurun benimdir. Kendini yazsan eminim ki şiirlerin şarkılara çevrilir, kısa zamanda tanınırsın ve ..."

"Bak, seni uyarıyorum," dedi tehditkâr bir sesle. "Beni yönlendirmeye çalışma. Bir kız için sisteme göbekten bağlanmaya hiç niyetim yok."

"Sen deli misin? Bunu benim için yapmanı isteyen mi oldu? Hem ben seni neden bu kadar önemseyecekmişim ki!"

"Asıl delilik, beni bu sahte dünyaya bağlama hayalleri kurmaktır," diye karşılık verdikten sonra tavrını biraz yumuşatarak sözlerine devam etti. "Aden, diyelim ki bahsettiğin o sihirli değnek saçmalığından bende var. Öyle olsa bile yeteneğimi bir esere katıp pazarlanan bir mala dönüştürmektense hayatıma katmayı tercih ederim. Ne yani illa ki kendimizi nakde ya da şöhrete çevirmek zorunda mıyız?"

Aslında kendisini yazarak değil de yaşayarak gerçekleştirmeyi seçmesi bile hâlâ içinde bilinmek isteyen bir parçanın kaldığını gösteriyor diye düşündü Aden.

"Aden bu yazı çizi işlerinde tanınmak falan zannettiğin gibi olmuyor," diyerek sözlerini açıklamaya çalıştı usta yorumcu. "Hayatını yaşayarak para kazanamazsın; para kazanmak için mutlaka kendini harcamak zorundasın. Piyasa denen illetin olmazsa olmaz kuralı budur ve bu işe bir kere bulaştın mı bataklık gibidir, çıkamazsın. Her gün bir parçanı daha kaptırır gidersin."

"Az önce para kazanmakla ilgili ne dedin sen?" Bu sözler öyle birden akla gelecek şeyler değil, farkında olsun olmasın kafasında uzun süredir ilmek ilmek dokunmuş olmalı diye düşündü. "Bir daha söyle bakayım şunu."

"Yaşamak için para kazanmaya değil, para kazanmak için ölmeye karşıyım. Oldu mu prenses?"

"Bu da güzel, ancak ilki daha farklıydı."

"Ne yazık ki aynısı bir daha çıkmıyor. Şimdi sorsan sonuncuyu da söyleyemem. Dediğim gibi o an aklıma geliyorlar ama geldikleri gibi de gidiyorlar. Bence cümlelerin biçimini boş verip bizde bıraktığı anlama yoğunlaşalım; kendi içindeki eşsizliğe ulaşmanın başka yolu yok."

Sepetçiler Kasrı'nın önünden geçtikleri sırada Aden birden durdu. Şu an her şey gözüne o kadar berrak geliyordu ki yaşamayı sevdiğini bile hissetmeye başlamıştı. Onun gibi bir yeteneğin gözlerinin önünde heba olmasına izin veremezdi. Çantasından not defterini çıkardı ve aklında kalanları unutmadan yazdı.

"Ne yapıyorsun sen?"

"Bu sözlerin unutulmasına göz yumacak değilim."

"Boş işlerle uğraşıyorsun," diye homurdanmasına kulak asmadı, hatırladıklarını yazmaya devam etti. "Sen istersen uğraşma. Ben senin adına yazıp yayınlarım."

"İyi de bunu neden yapacaksın ki?"

Tekrar yürümeye başladılar. "Sen çok farklı birisin İstanbul. Bu akıl almaz sözlerin unutulup gidecek olması canımı acıtıyor. Dehanı yaşamına katmana itirazım yok ama eserlerini istesen de istemesen de kaleme alacağım ve kitap haline getireceğim. Böylece bundan sonra söylediklerini aklımda tutmak gibi bir derdim olmayacak; bu defter senin sözlerini kayıt altına aldığım hafızam olacak."

"İyi de prenses ben senin hafızanda değil kalbinde olmak istiyorum; çünkü seni aklın olmadığı yerde daha kolay kandırırım."

"Pes doğrusu," dedi Aden ve Sepetçiler Kasrı'nı arkada bıraktıkları sırada bir kez daha durdu. Duyduklarını hızlıca yazmaya çalıştı. "Makine gibisin mübarek, sana yetişmek mümkün değil."

Yürümeye devam ettiler. Parka iyice yaklaşmışlardı. Sahil yolundan karşıya geçmek için durdular. Birazdan Gülhane'ye girdiklerinde yolları ayrılacak, Aden tepeye çıkıp çadırına, İstanbul ise parkı boydan boya geçip kütüphaneye gidecekti.

"Bunları gerçekten de yazıp kitap haline getirmek istiyor musun?"

Bu kez hiç olmadığı kadar çok ciddi görünmüştü Aden'in gözüne. "Evet, tabii ki çok istiyorum."

"Aden ben edebiyattan anlamam. Bu şiirlerin ya da sözlerin ertesi gün tek kelimesini bile hatırlamayacağımdan eminim."

"Fark etmez," diye sözünü kesti Aden. "Sen rahat ol, ben hepsini tek tek yazacağım. Bundan sonra habersizce esen ilham rüzgârlarının sen de bıraktığı her izi yazarak takip edeceğim."

"Bana dâhi diyene bak," dedi İstanbul. "Bence bu gece ayrı kalmamalıyız; çünkü birbirimize ilham veriyoruz. Bu gece sana baktıkça içimdeki sesi susturamıyorum Aden. Bize iksir lazım..."

"İksir de neymiş?"

"Çok özel bir şaraptır. Depremde yıkılan bir şarap evinden bizim çocukların çıkardıkları yıllanmış şaraplar var elimizde. Kütüphaneye gidip içelim, ne dersin?"

Aden ona arkasını dönüp yüzünü adalara çevirdi. Yakınlaşmak için gösterdiği çabayı çok sevmişti. Geliyorum dese hevesi; gelmiyorum dese kalbi kırılacaktı İstanbul'un. Olay sadece ona istediğini verip de ilişkiyi tüketmek istememesi değildi, çok önemli bir şey eksikti İstanbul'da. "Yeterince içtiğimizi düşünüyorum. Neden daha fazla içelim?"

"Aden içelim, çünkü ben artık sadece içince ayılttığım hislerimle yaşamak istiyorum."

"Bak bu söz de çok güzeldi; estetikti ama..." Aden eksik olan şeyi bulmuştu. İstanbul'un sözlerinin kalbi yoktu. Yoksa bu şiirler ve özlü sözlerle aramıza kalın bir duvar örüyor olmasın diye sordu kendine.

"Demek seni etkiledim, bu iyi," dedi muzip bir sesle. "Artık teklifimi kabul edersin ve bu geceyi kütüphanede benimle geçirirsin herhalde," dedi İstanbul kendinden gayet emin bir tavırla.

"Bir dakikalığına ciddi olup beni dinler misin? Sana açık konuşmak istiyorum," dedi Aden. "Söylediklerin sanatsal açıdan çok güçlü, fakat benim senden beklediğim daha farklı..." Zekice ya da edebi cümleler duymasına gerek yoktu; çünkü ihtiyaç duyduğu şey aforizmalar değildi, sevgisini gösterecek ya da ona güven duymasını sağlayacak basit bir kaç cümle yeterliydi; ama bunları duyamamıştı. "Hislerini ayıltan içki değil de ben olsaydım gelebilirdim İstanbul. Keşke iksirin ben olsaydım. Biz en iyisi her şey güzelken, yani tadındayken bitirelim geceyi. Gitsem iyi olacak."

İstanbul, uzaklaşamadan onu yakaladı ve bir ağaç ile sert erkeksi kokusunun alevlendiği bedeni arasına sıkıştırdı. Derin ve uzun bir nefes aldığında boynunun kuytusuna değiyordu burnu.

"Zorlama lütfen," dedi Aden. "Sana gitmem lazım diyorum, duymuyor musun?"

Sert sakalları tenine batarken dudakları çoktan dudaklarını gasp etmişti. İstanbul eze eze tadına bakıyor, çıkardığı sesler ve öpücüklerinden yayılan tat Aden'e kendisini kaybettiriyordu. Ağaçla onun arasından çıkmaya çalıştı, ama bu imkânsızdı. Deli arzularla nefes nefese kalmış, şehvetin yaktığı ıslak ve sıcak dudaklarının esiri olmuştu.

Bir ara bedenini tamamen Aden'e yaslayan İstanbul bir bacağını beline dolayıp kalçasını avuçladığında Aden kontrolü tamamen kaybetmek üzere olduklarını anladı. "Yeter artık, daha fazla ileri gitme," dedi ve onu iterek elinden kurtuldu, sonra da hızlı adımlarla sahil yolundan karşıya geçip parka girdi ve tepeyi tırmanıp çadırına gitti. İstanbul'un onu takip edeceğinden endişelenmişti ama peşinden gelip daha fazla ısrar etmedi, kütüphaneye yöneldi.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

16-Takas Kütüphanesi

16 Takas Kütüphanesi Kısa zamanda parktaki insanlarla tanışıp kaynaştı ve arkadaşlarına ufak tefek dövmeler yapmaya başladı. Aden'in ilk denemelerinde iyi işler çıkardığını gören Merve, ücret karşılığında dövme yapmaya başlayabileceğini söyledi ve hangi modelleri yapabileceğini katalogdan tek tek gösterdi. Müşterilerin istediği modeller Aden'in yapabileceği tarzda değil ise Merve'ye haber veriyor, ustası akşamları çadıra gelip geç saatlerde de olsa o müşterilerin dövmesini yapıyordu. Ne var ki müşteri sayısı çok azdı, Aden hiç para kazanamıyordu. Parasızlık canına tak edince sabretmek zor gelmeye başlıyor, 'Buradaki insanların dövme yaptıracak hali mi kalmış, hangi akla hizmet bu işe girdim' diye kendine kızıyordu ama çadır kentte dövmecilik yapılmayacağını bile bile sırf mesleği öğrenmek için işe başlamıştı ve o anlamda işler tahmin ettiğinden daha iyi gidiyordu, çünkü öğreniyordu. İşinin en iyi tarafı ders çalışmasına engel olmamasıydı. Buna rağmen doğru düz

Yarım Adam Romanı Önsöz ve Arkakapak

YARIM ADAM (ARKA KAPAK) Binalardan kaçanların toplandığı Taksim Meydanı mahşer yeri gibiydi. Aden ve İstanbul kalabalığın arasında artçıların geçmesini bekliyorlardı. Kandilli Rasathanesi elli beş saniye süren depremin merkez üssünün İstanbul, şiddetinin yedi virgül beş olduğunu açıklamıştı. Tarihe 2 Nisan İstanbul depremi olarak geçecekti... Deprem modern dünyayı yerle bir ederken Aden'in uyutulduğu taştan beşiği devirdi. Vahşi doğa tarafından yıkılmış, binaları yangın alevlerince yutulmuş, ölümün kol gezdiği İstanbul'da gerçeğin karanlık yüzüne doğru yaptığı yolculuk onu dehşet verici yerlerden geçmek zorunda bıraksa da korkunç bir kâbustan uyanmasını sağladı. Ama hakikati yaşayabileceği yeni bir hayata gözlerini açtığının henüz farkında değildi; çünkü elli beş saniye; yaşadıklarını anlayabilmesi için çok kısa, kaosla tanışmanın şiddetine dayanabilmesi içinse çok uzundu. İstanbul sarsıcı bir filozof ve karanlık bir şairin bedeninde ete kemiğe büründü. O, özgürlük atmosf

4.Bölüm:Çırpınış

4 Çırpınış Kendine geldiğinde gözleri, elleri ve ağzı bağlıydı. Dalgalanan zemin, kürek sesi ve burnuna dolan deniz kokusu... Sandalda olmalıydı. Bilincini kaybetmeden önce İstanbul'un, "İşte şimdi tamamen elimdesin," dediğini hatırladı. Kaçırılmıştı. İnleyerek sesini duyurmaya, sağa sola dönerek bağlarından kurtulmaya çalışırken bir el omzundan yakalayıp onu durdurdu. "Demek uyandın." İstanbul'un sesiydi bu. "Aden bana güvenmelisin. Bunu senin iyiliğin için yapıyorum." Aden durmadı, bağlarından kurtulmak için sağa sola dönmeye devam etti. Neden kaçırıldığını, nereye götürüldüğünü ve İstanbul'un ne yapmayı planladığını bilmemek onu dehşete düşürüyordu. Sadece, "Mmmm..." diye iniltiler çıkarabiliyordu. Diliyle ittirip ağzındaki bağı çözmek için uğraştı, ama yaptıklarının hiçbir faydası olmuyordu. Dıştan takma motorlu, eski ve küçük bir sandaldaydılar. Motor arıza verince İstanbul yolun kalan kısmında kürek çekmek zorunda kal