Ana içeriğe atla

15-Seçmeler

15

Seçmeler

Aden'in ilk gün canla başla çalıştığını gören Merve çok sevindi ve sonraki gün ona dövme ustalığını öğrenmesi için temel bilgileri vermeye başladı. Tasarımlardaki şekillerin kopyasını çıkarmayı öğretecekti. "Aden istersen sınavlardan sonra başlarız, acelesi yok, zaten beni de konteynırdan bekliyorlar."

Merve çok anlayışlı biriydi. Daha ikinci gün Aden'in maddi durumunu anlayıp avans vermeyi teklif etti. Onunla iyi anlaşacağını anlamak Aden'i çok mutlu etti ve işindeki motivasyonunu artırdı. "Sorun olmaz," dedi Aden. "Dün gece yeterince ders çalıştım, biraz kafa dağıtmış olurum."

"Peki, o zaman beni iyi takip et." Kopyalayacağı şekli karbon kâğıdın üzerine yerleştirdi ve hatların üzerinden geçerek mavi çizim denilen kalıbı oluşturdu. Merve çok becerikliydi ve işinin ehli bir dövme ustasıydı. Müşterinin dövmeyi yaptırmak istediği yerde deriyi nasıl temizleyeceğini gösterdikten sonra işin inceliklerini anlatmaya devam etti. "Mavi çizimi deriye yerleştirirken çok nazik olmalısın."

Aden onu can kulağıyla dinliyordu. Babası hapisten çıksa bile bu saatten sonra onun eline bakacak değildi. Akrabalarını aramayı kesmişti, bu hiç kolay olmasa da kendi ayaklarının üzerinde durma konusunda çok kararlıydı. Çadır kentte dövmecilikten para kazanamayacaktı, dövme sanatını öğrenirse belki konteynır dükkana geçip, Merve ile birlikte çalışarak para kazanabilirdi. Bu konuyu en kısa zamanda Merve'ye açacaktı, ama önce bu sanatı layıkıyla yapabilmeyi öğrenmesi gerekiyordu.

"Bu şekilde yaparsan karbon çizimin rahatlıkla derinin üstüne geçeceğini görürsün. İşte bak aynen böyle." Sonra dövme makinasını anlatmaya başladı. Tips, grit, plastik uçlar ve iğne takımları gibi aparatları tek tek tanıtıp ne işe yaradıklarından bahsetti. Zaten çoğunu biliyordu. Çalışmaya başlayalı çok olmasa da meraklı bir kişiliği olduğundan kendi başına ön araştırma yapıp bu işle ilgili epey bir şey öğrenmişti yine de lafını bölmek istemedi.

"Aden şuradaki ucu delikli ve arkası açık plastik uçları görüyor musun? İşte bunları medikal malzeme satan yerlerden binlik paketlerle alıyoruz. Fakat uçlar bu sektör için üretilmediğinden dövme makinasına olmuyor." Plastik ucun arkasını serçe parmağının genişliği kadar işaretledi. "Bak görüyor musun tam şurasından makasla kesiyoruz. İşte şimdi makinaya takabiliriz."

İğne çeşitlerinden bahsederken, "Dövmelerin çoğu şu iki iğneye ihtiyaç duyar," dedi. "Biri şeklin dış hatları, diğeri gölgelendirme ve renklendirme için." İğnelerin tek kullanımlık plastik uçlarla dövme tabancasına nasıl takılacağını gösterirken denemesi için ona da bir tane verdi. Neyse ki Aden gösterdiklerini tek seferde aynen uygulayabilmişti. "İşimiz bittikten sonra plastik ucu bu şekilde söküp çöpe atıyoruz tabii iğneyi de. Tatlım eğer bunu her işlemde tekrarlarsak insan sağlığıyla oynamamış oluruz..."

Sosyal tesislerde öğlen yemeğini birlikte yedikten sonra Merve Beyoğlu'ndaki dükkana gitti, Aden de Beyazıt Meydanı'na kurulan devasa çadıra. Öğrenci işlerinden sınav programını alıp inceledi. Sınav takvimi tahmininden çok daha kısaydı. Vizelerin yoğunlaştırılmış bir zaman diliminde yapılacak olması hoşuna gitti, çarçabuk bitecekti, ne var ki asıl sınavlar hazirandaki finallerdi. Öğrenci işlerinde ücretsiz dağıtılan ders kitaplarını alıp parka döndü. Bir an önce tattoo çadırına gidip ders çalışmaya başlamalıydı. Vizeler düşük olursa finallerde işi çok zorlaşacaktı. Bütünlemeye kalmadan mezun olup davaya yetişmek ve annesi ile kardeşinin avukatı olmak istiyordu. 'Umarım işim ders çalışmama engel olmaz,' diye aklından geçirdi.

Kütüphanenin önünden geçerken seçmeler için sırada bekleyenler dikkatini çekti, sayıları iyice artmıştı. Kuyrukta bekleyenlerin arasında enstrümanlarını çalıp şarkılar söyleyen müzisyenler, tuvallerini ayaklı şövalelere yerleştirip ortamın doğaçlama tablolarını yapan ressamlar, ilham yakaladığı için yere çömelip yazanlar, üst üste doğaçlama dizeler patlatan şairler ve yaratıcı okurlara kadar çok renkli simalar vardı. Hemen hepsinin elinde bir kitap olan ve sürekli okuyan, kendini geliştirmiş bunca insanın İstanbul'un hayat felsefesine nasıl bu kadar ilgi duyduğunu, onda ne bulduklarını merak etti.

Aden seçici kurulun yanından geçiyordu. Savaş ve birkaç kişinin daha yer aldığı kurulda İstanbul adaylardan birini sorguya çekmeye başladı. Koyu mavi kot pantolonun üzerine atletik vücudunu gözler önüne seren siyah bir tişört giymişti. Saçları her zamanki gibi dağınıktı, kirli sakallarıyla sert ve etkileyici görünen yüzünde ciddi bir ifade hâkimdi. Biraz durup izlemek istedi. Aday, mülakattan geçmek adına ciddi bir mücadele veriyordu.

"Üzerine kayıtlı gayrimenkul var mı?"

"Yok," diye karşılık verdi. Yirmili yaşların başında üniversite öğrencisiydi.

"Afette birinci derece yakınını kaybettin mi?" İstanbul bir süre cevap vermesini bekledikten sonra, "Sırada bekleyenler var," diyerek uyardı. "Depremde ailenden kaybettiğin kimse oldu mu?" Soruyu tekrarlaması üzerine sırada bekleyenlerin gözleri öğrenciye çevrildi hâlâ bir cevap vermemişti. "Sen buraya niye geldin?" diye sordu İstanbul.

"Ağaçları kesip buraya saray yapacaklarmış. Doğayı korumaya geldim," diye yanıtladı amacından duyduğu gururlu bir sesle.

"Demek, doğayı korumak için geldin," dedi İstanbul alaycı bir gülüşle. "Yoksa çevreyi güzelleştirme derneği kurduğumuzu falan mı sandın?" Yüzünü kalabalığa dönüp, "Neye aday olduğunu duydunuz mu?" diye bağırdı. "Milyonlarca yıldır kendi başına ayakta kalmayı başaran doğayı koruyacakmış yetmiş yıllık ömrüyle. Depremzede kardeşlerinle parkta oynamaya benzemez bu işler."

Kısa bir süre adayın oturduğu sandalyenin etrafında turladıktan sonra üzerine eğilip, "Birader," dediğinde burun buruna gelmişlerdi. "Ben sana felakette ne kaybettiğini soruyorum, sen kalkıp bana ne anlatıyorsun."

Elendiğini anlayan öğrenci bir hışımla ayağa kalktı ve "Nedir bu saçmalık!" diye bağırdı. "Sanki sen depremde bir şeyini mi yitirdin ki bize böyle şartlar koşuyorsun?"

Gururlu bir tavırla gülümseyerek, "Ben doğuştan kaybedenim," diye karşılık verdi. "Elimden bir kaza çıkmadan atın şunu... Sıradaki gelsin."

İstanbul'un taşına toprağına sarılanların kimi diplomasına kimi kariyerine boş vermişti. Aden onların dünyayı değiştirme heveslerine saygı duyuyor, bu amaçla yaptıklarında yanlış olan bir şey görmüyordu. Onu rahatsız eden durum İstanbul'un tam olarak neyin peşinde olduğunu bilmemekti, çünkü kütüphanenin içinde tuhaf bir nesil yetiştirmeyi planlıyor gibiydi. Zenginliğin ona sağladığı imtiyazları ve konforlu yaşamın rahatlığını terk ederek yoksulluğu seçen İstanbul şimdi de kendisine bir ordu mu kuruyordu? Yoksa ülkedeki her kütüphaneyi birer karargâha dönüştürerek işadamlarına karşı hayatının en büyük meydan okumasını mı gerçekleştirecekti?

Sıradaki adaya, "Evet, dökül bakalım," dedi. "Sen neyini kaybettin?" Cevap vermekte biraz ağır kalınca, "Çabuk ol," diye azarladı.

Paniğe kapılan çocuk depremde ne kaybettiyse tek tek saymaya başladı. Aldığı cevap İstanbul'u tatmin etmemiş gibiydi. Ellerini arkaya kavuşturup erken saatlerden beri sırada bekleyenlerin arasında dolaştı ve herkesi tek tek tepeden tırnağa süzdükten sonra, "Sıradaki," diye bağırdı.

Bu seferki aday biraz farklıydı. Bir süre kütüphanede yaşayarak asi yaşamı tecrübe etmek istediğini, parkı ölümsüzleştirecek bir roman yazmayı amaçladığını anlattı. Küçümseyici bakışlarla, "Vay canına!" dedi İstanbul. Sandalyede oturan yazarın etrafında yarım tur attıktan sonra ona doğru eğilip gözlerini gözlerinin içine dikti. "Demek ölümü göze alanları hikâyelerinle ölümsüzleştirmek istiyorsun; yani sen bu insanlarla birlikte taşın altına elini koymayacak, sadece bu taşın altını işe yarayan bir şey çıkacak mı diye yoklayacaksın." Sonra doğruldu ve kalabalığı izledi. Kimseden çıt çıkmıyordu. Tepkisi herkes gibi Aden'i de hayrete düşürmüştü. "Atın şunu dışarıya."

"Hey durun bakalım," diyerek araya girdi Savaş ve yazarı arkasına aldı. "Ona dokunayım demeyin."

Savaş'ın karşısına dikilenlerin İstanbul'a bakıp emir beklediğini gören Aden bu olaya daha fazla tepkisiz kalamadı ve İstanbul'un üzerine yürüdü. "Sen ne yaptığını sanıyorsun? Bir yazara böyle davranamazsın."

"Karışma sen bizim işimize," diye tersledi.

"Ne demek karışma?" diye araya girdi Savaş. "Hani biz yaşanan anı doğrudan hissettirecek doğaçlama sanat anlayışına sahip olacaktık?"

"Bu tip yazarların çoğunun olayı sanat değil, ticarettir," diyerek yaptığı hareketi savundu İstanbul.

"Nereden biliyorsun?" diye sordu yazar. "Beni tanımıyorsun bile."

"Bir şans verebiliriz," dedi Savaş.

Kısa bir süre bekleyip düşünen İstanbul: "Yayınlanmış kitabın var mı?" diye sordu.

"Kendimi sana ispat edecek değilim," diye karşılık verdi yazar.

"Var mı yok mu adam gibi cevap ver," diyerek ısrar etti. Öfkesi bakışlarına da yansıyordu.

"Yayınlanmış kitabım falan yok," dedi yazar mahcup bir sesle. "Gönderdiğim her dosyayı reddediyorlar."

"Demek öyle. Tamam o zaman, eğer söylediklerin doğruysa aramıza hoş geldin."

Aden'e bu kadarı çok fazlaydı. Savaş'a yanaşıp, İstanbul'u işaret ederek, "Tavırları artık sabrımı taşırıyor," dedi.

"Lütfen sen ona aldırma," diye sakinleştirmeye çalıştı Savaş. "Çocuk gibidir o. Gel, beraber bir çay içelim."

İstanbul yeni adayı sorgulamak için hazırlanıyordu ve bir an için Aden ve Savaş'a bakıp yüzünü ekşitti. Savaş'ın onunla ilgilenmesinden hiç memnun olmamıştı.

Semaverden iki bardak çay doldurup birini Aden'e uzatan Savaş, "Şeker ister misin?" diye sordu.

"Hayır, kullanmıyorum."

"Gel Aden, istersen biraz yürüyelim."

İlk başta tattoo çadırını daha fazla boş bırakmak istemediğinden tereddütte kaldı, ama sonra nasılsa müşteri gelmiyor diyerek Savaş'la birlikte yürümeye başladı. "Başınız çok kalabalık."

"Hiç sorma," dedi Savaş.

Kütüphanenin bahçesi çok kalabalıktı. Surların dibinden yürüyerek, bir sürü insanın arasından kaçarcasına uzaklaşmak zorunda kaldılar. Aden gözlerini surlardan alamıyordu. Gülhane Parkı'nın her yanı yaklaşık on beş metre yüksekliğindeki surlarla çevrili olduğu için onun nazarında buranın bir kaleden farkı yoktu. Tarihi yarımada topraklarında Roma, Bizans ve Osmanlı zamanında olduğu gibi kalede yaşadıklarını düşünmek oldukça heyecan vericiydi. Üç imparatorluk da Eminönü, Sirkeci, Sarayburnu, Sultanahmet, Beyazıt, Aksaray ve Topkapı gibi kadim semtlerin bulunduğu etrafı surlarla çevrili olan bu yarımada üzerine kurulmuştu. Zaten bu yüzden buraya Eski İstanbul da deniliyordu.

"Bir şey sormak istiyorum," dedi Aden. "Osmanlı zamanında zaten şehrin tamamı surlarla korunmuyor muydu; neden parkın etrafını ayrıca çevirmişler ki?"

"Çünkü bu surlar Topkapı Sarayı'nı korumak amacıyla yapılmıştı," diye karşılık verdi Savaş. "Burası aslında bir iç kaleydi ve park da eskiden sarayın gül bahçesiydi." Gülhane Parkı'nı İstanbul belki de bu yüzden projenin diğer ayaklarından daha fazla önemsiyor diye aklından geçirdi Aden. Buranın eski bir kale olması ve etrafının surlarla çevrili olması direnişi güçlendirebilirdi. Artık taşlar yerine oturmaya başlamıştı.

"Bir dakika," dediğinde Savaş'ın omzuna dokunup durmasını sağladı. "İstanbul kütüphaneyi işgal edip, parka yerleşerek ne yapmaya çalışıyor? Yani şehrin ortasında, daha doğrusu Eski İstanbul Projesi'nin tam kalbinde bir kalesinin olmasını neden istiyor?"

Savaş sorusunu yanıtlamadı. Havuzun üzerinden geçen ahşap köprünün korkuluklarına dayanarak etrafı izlemeye başladı. Aden de aynısını yaptı. Buradan tattoo çadırını görebiliyordu; öyle çok fazla uzaklaşmamışlardı. Müşteri gelirse rahatlıkla yetişebilirim diye aklından geçirdi.

"Projeyi neden bu kadar çok merak ediyorsun?" diye sordu Savaş.

"Babam, İstanbul'un hedef aldığı projedeki işadamlarından biri," diye karşılık verdi. Annesinin ve kardeşinin ölümünden sorumlu olduğu için kendisinin de babasına savaş açtığını anlattı. "Belki babama karşı onunla birlikte hareket edebiliriz diye düşünüyorum. Tabii bu arada yürüteceğim hukuk mücadelesinde bana destek verebilir misin? Ben okulu ve stajı bitirip davayı avukat olarak takip etmek istiyorum ama yetişebilsem bile hiç tecrübem olmadan mahkemede onlarla baş edebilmem mümkün değil..." Biraz susup bekledikten sonra, "Benim avukatım olur musun?" diye sordu.

Savaş genç ama deneyimli bir avukattı, onun gibi birçok mağduru savunmuştu. Yakınlarını kaybeden müvekkillerine öncelikle bir psikolog gibi yaklaşması gerektiğini iyi biliyordu. Sözünü hiç kesmeden Aden'i dikkatlice dinledi ve ailesini kaybetmiş olmanın verdiği acıyı paylaştığını anlatıp üzüntülerini dile getirdi.

"Ne yazık ki bu davada senin avukatın olamam. Bunun sebebini sana açıklayamam. Sadece şu kadarını söyleyebilirim, babanın ortaklarından birisi, çalıştığım hukuk bürosunun müvekkili, hem de adam, patronum Kudret Bey'in özel olarak ilgilendiği, hatırı sayılır bir müvekkil. Bu yüzden belki seninle bizim hukuk bürosu arasında menfaat çatışması yaşanabilir, biliyorsun iki tarafın da avukatlığını yapamıyoruz. Tabii eğer istersen sana iyi bir avukat bulurum, o hiç sorun değil." Sonra da Aden'e hem soruşturma hem de kovuşturma aşamalarında nasıl bir yol izleyeceğini açıkladı. "Yani annen ve kardeşin nedeniyle şikayetçi olup davada yer almak için okulu bitirip de avukat olmana gerek yok. Sen zaten davada tarafsın, şikayetçi olduğun an müşteki, talepte bulunduğun an katılan sıfatında, mahkeme salonunda yer alacaksın ve dosyanın temyiz işlemlerine kadar her aşamasında yetkili olacaksın. Yalnız şunu söylemeden edemeyeceğim, annen ve kardeşinin intikamı duygusuyla hareket edip babana düşmanlık beslemeni tasvip etmiyorum."

"Babam hakkında hiçbir şey bilmiyorsun," dedi Aden ve ona geçmişinden biraz bahsetmek zorunda kaldı. Babasının nasıl bir insan olduğunu anladıktan sonra Savaş'ın da ona hak vermeye başladığını düşünerek konuya kaldığı yerden devam etmek istedi. "Peki, İstanbul'un elinde işimize yarayacak deliller var mı? Sen de biliyorsun ki taksirle adam öldürmenin cezası çok az. Hele ki müştekilerin şikayetten vazgeçmesi durumunda yeterince ceza alması imkansız. İstanbul'un elinde babam ve ortaklarının yarımada projelerinde yaptıkları usulsüzlükler ile ilgili sağlam deliller varsa o zaman birlikte hareket edip babamın hak ettiği cezayı almasını sağlayabiliriz."

"Bunu ona da anlattın mı?"

"İstedim ama onunla konuşmak imkansız."

"Bak Aden, babandan öç almak istemeni anlıyorum. Peki, ona ömür boyu hapis cezası aldırdın diyelim, bu senin çektiğin acıyı azaltacak mı?"

"Adaletin yerini bulmasını sağlayacak."

"Ne yazık ki hukuk sistemleri bile bu hata üzerine kurulmuş; adalet intikam almanın yasal sistemi olarak görülüyor. Mahkeme salonlarında avukatlar, savcılar ve hâkimler kimin kimden öç almaya hakkı olduğunu adil bir şekilde tespit etmeye çalışıyorlar. Bence intikam alma isteğinden kurtulmalısın, çünkü bu duygu zamanla senin de o insana benzemene yol açıyor."

Aden annesinin ve kardeşinin kaybıyla nasıl başa çıkacağını bilmiyordu. Her zamanki gibi okula, mezuniyete, diplomalara sarılmıştı. Özendiği avukatlar gibi ofis duvarına asacağı avukatlık ruhsatına ulaşsa ne değişecekti ki? Savaş haklı olabilir diye düşündü...

"Babama daha ağır bir ceza verilmesini sağlayacak dava açtırabilir miyiz? İstanbul'un elindeki deliller bunun için yeterli mi?"

"Bu sorulara cevap veremem. İstanbul benim hem yakın arkadaşım hem de müvekkilim. Onun rızası olmadan anlatacağım her şey meslek sırrının ifşası olur. Lütfen bana onun ne bildiği konusunda bir daha soru sorma. Bunları sadece ondan öğrenebilirsin. İstanbul'a artık hepimizin aynı tarafta olduğunu anlatmalısın, işte o zaman ondan istediğin cevapları alabilirsin."

"İstanbul'un hareketleri çok tuhaf, aslında her şey çok belli," diyerek çaktırmadan ağzını yokladı Aden. "Tehlikeli bir işe kalkıştığı çok açık, yoksa bu kadar insanı niye toplasın ki etrafına? Bunca insan nasıl oluyor da sorgusuz sualsiz onun peşinden gidiyor işte bunu anlayamıyorum." Savaş'ın ağzından bir şey alamayınca biraz daha açık konuştu. "Adam özellikle depremde her şeyini kaybetmiş insanları seçiyor. Bu insanlar İstanbul'u neden bu kadar önemsiyor?"

"Kaybettiklerimiz sayesinde dünyaya meydan okuyabileceğimize inandırmak İstanbul'u suçlu yapmaz Aden."

Daha da ileri giderek, "Savaş sen neden bahsediyorsun?" diye çıkıştı. "Senin gibi mantıklı biri, nasıl olur da böyle şeyler söyler? Bu çok tuhaf, yani aklım almıyor. Bu tarz bir yaşam, ne sana ne de kütüphanede kalmak için sıraya giren bu okumuş etmiş, hatta çoğu iş güç sahibi olan insana uygun."

"Ben, İstanbul gibi 21.yüzyılda, hem de metropolün ortasında tarih öncesindeki gerçek insanlar gibi ilkel yaşam sürebileceğimize inanmıyorum, bu bana hiç mantıklı gelmiyor. İstanbul aslında başka bir şeyden bahsediyor. Bak Aden, şu insanlara iyi bak lütfen. Yüzlerine yansıyan ışığı görüp onların heyecanını sen de hissedebiliyor musun? Burada çok güzel şeyler olacak, bunların hiçbirini kaçırmanı istemem. Ben senin de zamanla bize hak vereceğinden eminim."

"Ne yapmaya çalıştığınızı bir bilsem..."

"Alternatif ve ekolojik bir yaşam modeli oluşturmak için kendimizi hazırlıyoruz. Her türlü tüketimi kıstık. Örneğin et tüketimimiz normalin üçte biri kadar, onu da avlanarak kendimiz karşılamaya çalışıyoruz. Yani şimdilik Boğaziçi'nde oltayla balık avlıyoruz ve gördüğün şu tavukları besliyoruz," dedi gülümseyerek. "Ve tabii ağaçlardan toplayıcılık yapıyoruz. Kendi ellerinden çıkma bez kıyafetler giyen arkadaşlarımız bile var. Düşük enerjili ampuller kullanıp enerjiden tasarruf ediyor, güneş enerjisine çok önem veriyoruz. Mühendis arkadaşlarımızın bu konuda ciddi projeleri var. Her şeyden önce burada yaşadığı güçlüklerden keyif alan insanlarla birlikteyiz. Bence kütüphanedeki yaşama katılıp bunu bizzat yaşayarak görmen lazım, böyle anlatarak olmaz. Öncelikle parkın bizim gibiler için ana rahminden farkı olmadığını görmeni istiyorum; burası yeniden doğmak için birebir. "

"Söyler misin kütüphanedeki yaşamın geçim kaynağı ne?"

"Aslında para sanıldığı kadar ihtiyaç duyulan bir şey değilmiş," diye yanıtladı Savaş. "Bizim asıl sorunumuz üç kuruşla yakalanan mutluluğu daha fazla parayla boğmakmış, İstanbul'dan bunu öğrendim. Burası bu dünyaya kendini ait hissetmeyenlerin ve adaletsizliğe sabredemeyenlerin buluşma noktası. İmkânsız gibi göründüğünü biliyorum ama daha şimdiden Gülhane'de çok farklı bir kültür inşa edilmeye başlandı bile. Bence sen de bu hareketin içine katılmalısın."

"Ne hareketiymiş bu, bir anlayabilsem... Mesela ben sizin gerçek amacınızı çok merak ediyorum."

"Aden ne yazık ki senin de bildiğin gibi özgürlüğümüz şu an çektiğimiz acıların, yıkımın ve kaybedişin üzerine kurulu. Sadece yıkıntılarda bulabildiğimiz özgürlüğü normal hayatlarımızda da yaşayabilmenin derdindeyiz, hareketin özü bu."

"Yani herkesin farklı anlattığı bir hareket," diyen Aden'in sabrı tükenmişti. "Millet burada evsiz barksız, aç ve açıkta kalmış, siz ikiniz sanki dünyayı keşfe çıkmış kâşifler gibi konuşup duruyorsunuz. Açıklayın şunun mantığını, nedir bu seçmeler, ütopyalar, bilmem neler? Bir savaş başlıyorsa kimle ne için savaştığınızı bilmek istiyorum. Şimdi lütfen bana gerçekte bu parkta neler olup bittiğini anlatacak mısın?"

"Madem öyle beni çok iyi dinle," dedi Savaş. Tam asıl konuya girecekti ki biri gelip onu çağırdı ve seçici kurulu ilgilendiren önemli bir olay olduğunu, acilen gelmesi gerektiğini söyledi. Savaş özür dileyerek Aden'in yanından ayrıldı.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

16-Takas Kütüphanesi

16 Takas Kütüphanesi Kısa zamanda parktaki insanlarla tanışıp kaynaştı ve arkadaşlarına ufak tefek dövmeler yapmaya başladı. Aden'in ilk denemelerinde iyi işler çıkardığını gören Merve, ücret karşılığında dövme yapmaya başlayabileceğini söyledi ve hangi modelleri yapabileceğini katalogdan tek tek gösterdi. Müşterilerin istediği modeller Aden'in yapabileceği tarzda değil ise Merve'ye haber veriyor, ustası akşamları çadıra gelip geç saatlerde de olsa o müşterilerin dövmesini yapıyordu. Ne var ki müşteri sayısı çok azdı, Aden hiç para kazanamıyordu. Parasızlık canına tak edince sabretmek zor gelmeye başlıyor, 'Buradaki insanların dövme yaptıracak hali mi kalmış, hangi akla hizmet bu işe girdim' diye kendine kızıyordu ama çadır kentte dövmecilik yapılmayacağını bile bile sırf mesleği öğrenmek için işe başlamıştı ve o anlamda işler tahmin ettiğinden daha iyi gidiyordu, çünkü öğreniyordu. İşinin en iyi tarafı ders çalışmasına engel olmamasıydı. Buna rağmen doğru düz

Yarım Adam Romanı Önsöz ve Arkakapak

YARIM ADAM (ARKA KAPAK) Binalardan kaçanların toplandığı Taksim Meydanı mahşer yeri gibiydi. Aden ve İstanbul kalabalığın arasında artçıların geçmesini bekliyorlardı. Kandilli Rasathanesi elli beş saniye süren depremin merkez üssünün İstanbul, şiddetinin yedi virgül beş olduğunu açıklamıştı. Tarihe 2 Nisan İstanbul depremi olarak geçecekti... Deprem modern dünyayı yerle bir ederken Aden'in uyutulduğu taştan beşiği devirdi. Vahşi doğa tarafından yıkılmış, binaları yangın alevlerince yutulmuş, ölümün kol gezdiği İstanbul'da gerçeğin karanlık yüzüne doğru yaptığı yolculuk onu dehşet verici yerlerden geçmek zorunda bıraksa da korkunç bir kâbustan uyanmasını sağladı. Ama hakikati yaşayabileceği yeni bir hayata gözlerini açtığının henüz farkında değildi; çünkü elli beş saniye; yaşadıklarını anlayabilmesi için çok kısa, kaosla tanışmanın şiddetine dayanabilmesi içinse çok uzundu. İstanbul sarsıcı bir filozof ve karanlık bir şairin bedeninde ete kemiğe büründü. O, özgürlük atmosf

4.Bölüm:Çırpınış

4 Çırpınış Kendine geldiğinde gözleri, elleri ve ağzı bağlıydı. Dalgalanan zemin, kürek sesi ve burnuna dolan deniz kokusu... Sandalda olmalıydı. Bilincini kaybetmeden önce İstanbul'un, "İşte şimdi tamamen elimdesin," dediğini hatırladı. Kaçırılmıştı. İnleyerek sesini duyurmaya, sağa sola dönerek bağlarından kurtulmaya çalışırken bir el omzundan yakalayıp onu durdurdu. "Demek uyandın." İstanbul'un sesiydi bu. "Aden bana güvenmelisin. Bunu senin iyiliğin için yapıyorum." Aden durmadı, bağlarından kurtulmak için sağa sola dönmeye devam etti. Neden kaçırıldığını, nereye götürüldüğünü ve İstanbul'un ne yapmayı planladığını bilmemek onu dehşete düşürüyordu. Sadece, "Mmmm..." diye iniltiler çıkarabiliyordu. Diliyle ittirip ağzındaki bağı çözmek için uğraştı, ama yaptıklarının hiçbir faydası olmuyordu. Dıştan takma motorlu, eski ve küçük bir sandaldaydılar. Motor arıza verince İstanbul yolun kalan kısmında kürek çekmek zorunda kal