Ana içeriğe atla

13-Sil Baştan Yaşam

13

Sil Baştan Yaşam

Kadıköy- Rıhtım

Aden

Ertesi gün sabah erkenden Gülhane'ye gitmek üzere yola koyuldu. Hayatının en önemli yolculuğunda sırt çantasıyla rıhtıma doğru yürüyordu ve aklı Yoğurtçu Parkı'nda bıraktığı insanlardaydı. Aden konuşkan ve sıcakkanlı biriydi, hayatının en kötü döneminde bile parkta birçok kişiyle yakınlık kurmuştu. Akşam parktakilerle tek tek vedalaşmış, nereye gittiğini soranlara ise doğruyu söyleyememişti; çünkü amcası veya avukatın buraya gelip onu bulmak için araştırma yapacaklarından emindi.

Hava yine kapalıydı, İstanbul günlerdir güneş yüzü görmüyordu. Belki güneşin bile sırt çevirdiği bu şehirden ayrılmalı, Ankara'ya gidip daha kolay bir başlangıç yapmalıydı; ama bu şehri terk etmeyecekti. Boğulacaksa da bu; gri kentin ölümcül sessizliğinde değil, İstanbul'un deniz mavisinde ve onun akıl almaz dehlizlerinden yükselen azgın dalgalarında boğulacaktı.

Rıhtıma geldi, vapurun hareket saatine yirmi beş dakika vardı. Çorba sırasına girdi ve gönüllülerin dağıttığı çorba ve ekmeklerden aldı. Sırt çantasını çıkarıp bir ağacın altına oturdu. Çorbasını içerken arada bir Boğaz'daki deniz trafiğini de izliyordu. Hayatında içtiği en güzel tarhana çorbasıydı. Gidip bir tabak daha alma şansı olup olmadığını sordu. Beğendiğine çok sevinen gönüllü kadın kırk yaşlarında tombul bir aşçıydı ve depremzedelere destek olmak için Bursa'dan gelmişti. Depremin üzerinden bir aydan fazla geçmiş, şehirde birçok şey normal akışına kavuşmuştu; yine de gönüllüler ve yardım kuruluşları faaliyetlerine devam ediyordu. Aksi halde milyonlarca evsizin olduğu bu metropol yirmi dört saatte korkunç bir cehenneme dönerdi.

İkinci tabak çorbayı da aynı iştahla içip bitirdikten sonra hareket saati gelen Karaköy vapuruna bindi. Önce alt kattaki kapalı alanda oturdu, daralınca üst kata, üstü açık kısma çıktı. Sırt çantasını çıkarıp köşede Boğaz'ı geniş bir açıyla gören güzel bir yere oturdu. Rüzgar püfür püfür esiyordu. Depremin bambaşka bir görüntüye kavuşturduğu İstanbul'u izlemeye başladı.

'Demek kaderde Boğaziçi'ni bu saatte alacakaranlık görmek de varmış. Bulutlar kısmen dağılmış olsa da güneş bir türlü doğamıyor, kendisini perdeleyen sekizinci tepenin arkasında bocalayıp duruyor. Köprü enkazı ve şehir kalıntılarından oluşan devasa birikinti öyle yüksek ki ardına saplanıp kalan güneşin üstüne dahi gölge düşürebiliyor. Çevresindeki her şeyi kaplamak ister gibi genişleyen enkaz dağının gölgesi koskoca şehri yuttuğu yetmiyormuş gibi karanlığından yükselen arsız dalgalarıyla Boğaziçi'nin masmavi sularını da yutmaya çalışıyor. Belli ki denizin bile güç yetiremediği bu ucube ile başa çıkabilmek doğanın epey vaktini alacak. Belli ki artık bu şehirde şafak geç sökecek, akşam daha erken çökecek, gölgenin karanlığı vakitsizce örtecek Beşiktaş'ın, Karaköy'ün ve tarihi yarımadanın sahillerini. Doğmak için sekizinci tepeyi de aşmak zorunda kalan gün ışığı, mavi suların üzerine bir süre daha yorgun argın düşecek ve erkenden işe gidenler sabahları karanlıktan korkar hale gelmiş ışığın bezgin halini ürpertiyle izleyecek. Bildiğim dünyaya ait her şey parçalandı, elimde kalanlarsa yer değiştirdi. Büyük bir yapbozun parçalarını andıran şehir kalıntıları Boğaziçi'ne yığılarak gün doğumunun karşısına dağ gibi dikilmiş... Yine de sema en güzel maviliğini kuşanmış ve yıkık köprünün bükülmüş iki bacağı arasından yeryüzündeki karanlığı dağıtacak olan güneşi doğurmaya kararlı. Ah! Keşke bir an her şey tersine dönse ve güneş tüm engelleri aşıp kadim şehri yutmak istercesine genişleyen bu arsız karanlığı eritse ve ondan cesaret alan deniz görülmemiş yükseklikte dalgalar oluşturup her şeyi eski haline sürüklese... Aslında ne sokak lambalarının kaldırımlarda ne eşyaların evlerde ne de hurdaya dönmüş araçların garajlarda olması umurumda; benim derdim yitip giden canların geri gelememesi. Boşuna bu gözlerden dökülen yaşlar boşuna. Olan bitenler ne güneşin umurunda ne denizlerin. Bir başınayız bu uçsuz bucaksız âlemde. Bizim ilk kez şahit olduğumuz yıkıma kim bilir kaç kez kucak açtı bu topraklar? Bu denizler ve gökyüzü kaç kez şahit oldu şehri yakıp yıkan vahşetlere? Belki üzerinde can veren on binlere bu yüzden bu kadar sakin ve tepkisiz yeryüzü. Kim bilir belki bu yüzden bu kadar rahat sindirebiliyor içine sızan bunca masumun kanını? Bozguna uğramak şehrin umurunda mı sanki? Belli ki vahşetlere alışkın, kim bilir kaç felakete şahit oldu, kaç kez bozulup yeniden yapıldı? Kaç kez istila görüp yakıldı, yağmalandı ve bugünkü gibi yerle bir oldu? Kayıp parçaları bulanlar ya da en yaşamsal eksikleri tamamlayanlar neredeler şimdi? Kim götürebildi taşındaki toprağındaki altını? Keşke olan biteni tıpkı doğa gibi tepki vermeden izleyebilseydim ve hiçbir şey yaşanmamışçasına devam edebilseydim var olmaya. Neden yeniden yollar ve köprüler yapıp yürütelim arabaları, neden sürelim tekneleri bir kez daha maviliklere, neden katlanalım yaptıklarımızın bozulmasına, neden devrilen taşları yeniden üst üste koyalım, neden eskisi gibi itinayla yaşayalım, neden vazgeçmeyelim?'

Karanlığın Aden'i içine aldığı anda güneş, enkaz dağının üzerinden göz kırptı ve dokunduğu her şeyi aniden değiştirmeye başladı. Deli gibi kanat çırpan martıların peşlerine takıldı ve o yükseklikten masmavi denizi dolduran yardım gemilerinin limanlara umut dağıtışını izledi. İçini kaplayan kara bulutlar çok sürmeden dağıldı ve gün ışığı umutlarını aydınlatmaya başladı.

Güneş nasıl doğrudan ona baktığında gözünü alıyorsa felaketin doğurduğu karanlık da enkaz dağına bakınca umutlarını öyle alıyordu. Sekizinci tepenin gölgesine hapsolmak istemiyorsa gözünü güneşten sakındığı gibi karanlıktan da sakınıp, ona değil, gösterdiği yola bakmalıydı. Böylece hayatı, kaçması gereken enkaz yığını olmaktan çıkıp yeni ufuklara yelken açan bir liman olabilirdi.

Güneş nasıl ki karanlığa aydınlığın içinden doğuyorsa Aden de yeni bir hayata doğabilirdi, evet, bunu yapabilirdi. Her şey birbirine öyle bağlıydı ki içinde bulunduğu karanlık olmasaydı özgürlük atmosferinin kara güneşi bir göz kırpışıyla onu böyle taşıramazdı. Karşıt gerçeklikler birbirini tamamlamasa güneşi görür görmez inine doğru çekilen gölgenin karanlığı, hakikati gösteren siyah bir ışığa dönüşemezdi. Deprem koskoca şehri Boğaziçi'ne dökmeyi başarmış, Doğu ile Batı'yı birleştiren köprüleri yıkmıştı; ancak doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine insanlığı dayanışmada birleştiren ve gönüller arasında bağ kurup manevi insanlık köprüsü oluşturan da aynı felaket değil miydi? Öyleyse asıl ihtiyacımız olan hangisiydi: Manevi insanlık köprüsü mü yoksa bir dakika içinde yerle bir olan Boğaz köprüleri mi?

Aden Yoğurtçu Parkı'nda kalırken sabahlara kadar yazarak cevapsız sorularla boğuşmaya alışmıştı. Bu soruları cevapsız olsalar da yazarak düşünmesine ve böylece özgürleşmesine yol açtığı için seviyordu. Edebiyat okumak istemiş, tüm ihtiyaçlarını karşılayan babasına karşı çıkamadığı için hukuk fakültesine gitmişti. Şimdi her şey çok farklıydı, kaybedecek bir şeyi kalmamıştı. Hem hukukçu olup hem de yazar olabilir ve hayatı sil baştan yaşayabilirdi. Özgürlüğü felaketin avuçlarından kana kana içmeye başlamış, karanlıktan nasıl ışık sağılacağını öğrenmişti. Kurşun kaleminden akan bu ışık sayesinde eve dönüş yolu aydınlanmaya başlamıştı; ama patlama halindeki doğayla içsel bağ kuran Aden aslına dönmenin bedelini annesini ve kardeşini kaybederek ödediğini unutamıyordu.

Vapur Haliç'e doğru yaklaşırken sahili hayranlıkla izledi. Doğanın kanını emen binaların yalısından sarayına kadar denize dökülmesinden sonra, Gülhane Parkı'na uzanan sahil yolu öyle doğal bir görünüme kavuşmuştu ki bir an için gözüne onu başka bir yaşama götürecek yol gibi göründü.

Aden distopyanın içinden ütopyaya açılan bu yolu sonuna kadar zorlayacaktı.

***

İnmek için ayağa kalktı. Onu görenlerden biri, Gülhane durağının artık kullanılmadığını söyledi. Otobüs, Gülhane'yi transit geçip bir sonraki durak Sultanahmet'te durdu. İndiğinde Zeynep'i göremedi. Kalabalıkta durmak istemiyordu. Tedirgin bir şekilde beklerken omzunda bir el hissedince hızla başını çevirdi.

"Zeynep."

Sempatik bir gülümseyiş ile başını sallayan Zeynep, "Amma beklettin, nerede kaldın?" deyip kollarını açtı ve sıkıca sarıldı. "Saatlerdir yolunu gözlüyorum."

İçten davranışıyla kendini bir anda ona sarılırken buldu. Zeynep çok özel biriydi. Aden'den beş altı yaş büyük olmasına rağmen o gece ona hiç ablalık taslamamıştı.

"Ailen için çok üzüldüm," dedikten sonra geri çekilip yüzüne dikkatle baktı. Kızın rengi atmıştı. "Aden..." Onu tekrar kendine çekip sıkı sıkı sarıldı. "Ben çok, çok üzüldüm... Başın sağ olsun tatlım!"

Akrabalarını sordu. Aden dayısının onu ısrarla Ankara'ya götürmek istediğini ama kabul etmediğini, Yoğurtçu Parkı'nda tek başına kaldığını anlattı. Zeynep sabırlar dilediğini ve her zaman onun yanında olacağını söyledi. Aden günlerdir fırtınada kalmış küçük bir sandal gibiydi. Bu sözler ona biraz olsun güç vermiş, Zeynep'in sunduğu limanda birkaç dakika bile olsa dinlenmek iyi gelmişti. Bir süre sonra kollarından çekilip ayak ucundaki çantasına el attı. Mat, tulum, ışıldak gibi kamp malzemeleriyle tıka basa dolu olan sırt çantası ağırdı; ama yükünü ağırlaştıran asıl şey İstanbul gibi bir şehirde aile desteği olmadan tek başına ayakta kalacak olmanın zorluğuydu. Karşısına çıkardığı yıkık köprüleri ve çıkmaz sokaklarıyla hayatın boşunalığını gözüne sokan bu şehirde böylesine büyük bir hayat mücadelesi vermek Aden için hiç de kolay değildi.

Kaldıracakken Zeynep sağından kavradı. "Ver şunu deli." Sırtına attığı yükle yalandan ofladı. "Benim bildiğim, kendinden on kat fazla yük taşıyan canlılar karıncalardır."

Aden omuz silkip onun takılışına eşlik etmeye çalıştı.

Zeynep elleriyle çantanın iki kayışını kavrarken göz kırptı. "Önce başını sokacak bir yer bulmalıyız."

Yüzündeki gülümseme kaybolmadan yürümeye başladı. Aden de peşi sıra onu takip etti. Sultanahmet Meydanı şantiye alanına dönmüştü. Her yer kepçeler, hafriyat kamyonları, inşaat işçileri ve mühendislerle ve ölçüm aletleriyle orayı burayı ölçüp biçen görevlilerle doluydu.

"Şehrin birçok yerinde enkaz kaldırma çalışmaları bile bitmemişken burada ne yapılmaya çalışılıyor böyle?"

"Hiç sorma," dedi Zeynep. "Fırsat bu deyip korkunç projeleri hayata geçirmeye başladılar."

Yürürken karşılarına çıkan manzarayla duraksadı. Kaşları şaşkınlıkla havalandı. Tel örgüler ve metal dedektörlerle polisler Gülhane Parkı'na giden caddeyi Milyon Taşı'nın biraz önünden itibaren yaya geçişine kapatmışlar ve Sultanahmet Meydanı'na, yani o devasa inşaat alanına geçiş izni vermiyorlardı.

Derin bir iç çekişle kepçelerin meydana açtıkları uçsuz bucaksız çukuru işaret eden Zeynep, "İşte yasak bölge" dedi

"Zeynep neler oluyor? Neyin nesidir bu yasak bölge?"

Ayasofya ve Yerebatan Sarnıcı'nın da bulunduğu tarihi yapıların yoğunlaştığı meydan ve çevresi yasak bölge ilan edilmişti. Buranın bir diğer adı da Eski İstanbul'du. Sultanahmet Meydanı'ndaki şantiye alanında Tarihi Roma Hipodromu'nun aslına uygun olarak yeniden inşa edildiğini anlatırken geçiş noktasına gelince yavaşladılar. Polisler çantasını ve üstünü aradı. Burada ne işin var dercesine Aden'i baştan aşağı süzen kadın polis, "Bırakın geçsinler," dedi diğer memurlara. Ardından bakışlarını yine onlara çevirdi. "Bekleme yapmayın, hadi," diye uyardığında kendini ticari taksi gibi hissetmekten alıkoyamadı Aden.

"Polisler neden böyle sert davranıyorlar?" diye çaktırmadan fısıldadı Aden.

"Yasak bölgeyi koruyorlar," diye yanıtlarken bir yandan da çantanın saplarını çekiştirdi. "Artık rahat konuşabilirsin, fısıldamana gerek yok, kurtarılmış bölgedeyiz. Yarımadanın bu on kilometrelik alanında polis hâkimiyeti sıfır."

Aden hayretler içindeydi. "İçim bir rahatladı ki sorma," diye karşılık verip önüne düşmüş saçlarını eliyle arkaya doğru attı. "Polisten neden korkacakmışız ki?" Yalnız durum aynen de Zeynep'in söylediği gibiydi, ortalıkta bir polis bile görünmüyordu. Ayasofya'nın çatlayan kubbeleri ve devrilen minareleri ne denli büyük bir felaket yaşandığını gösterirken, Gülhane Parkı'na giden tramvay yolundaki çadırlar ve barakalar felaketin etkilerini gözler önüne seriyordu.

"Bunlar depremzede isyancılarının çadırları," dedi. "Çok kızgınlar ve kızgın olmakta da haklılar."

Zeynep afetzedelerin depremden sonra şehirde toplanacakları ve çadır kent kurup barınabilecekleri kadar yeşil alan bırakılmasının yasal zorunluluk olduğunu, ama acil durumlar için bile şehirde yeşil alan bırakmayan, boş buldukları her yere AVM ve rezidans diktirtmek için birbirleriyle yarışan yetkililerin bu yasal görevlerini ihmal ettiklerini anlattıktan sonra sözlerine devam etti. "Bu nedenle depremzedeler parklardan tarihi eserlere kadar yarımadadaki her türlü kamusal alanı işgal etme hakkına sahipler. Depremden sonra çadır kent kurulacak alan bulunamayınca buralarda çok büyük isyanlar çıktı, parklar işgal edildi, olayların önünü kimse alamadı. Depremzedeler Gülhane'yi ellerinde tutmak için çok direndiler, bilsen ne çatışmalar yaşandı."

Bilmiyordu ama az çok tahmin edebiliyordu, nitekim onun içinde de çatışan çatışanaydı şuan.

"Polislerin neredeyse hepsinin kökünü kazıdılar," dediğinde Zeynep durdu ve Aden'in gözlerinin içine baktı. Tavırlarından ve ses tonundan depremzede direnişçileriyle duyduğu gurur açıkça fark ediliyordu.

Zeynep tekrar yürümeye başladı. Öyle korkunç şeyler anlatıyordu ki Aden onu takip etmekte zorlanıyor, arada bir duraksamak zorunda kalıyordu. "Zeynep sen neden bahsediyorsun? Burada bahsettiklerin bizim polislerimiz değil mi?"

Zeynep elini kaldırıp susmasını işaret ederken, "Olay zannettiğin gibi değil," dedi. "Tarihi yapılardaki ihaleleri alarak milyar dolarlık kazançlar hedefleyen işadamları rant alanlarına çadır kurup yerleşen depremzedelerden çok rahatsızlar ve ne yazık ki polis gücü şu an onların eline geçmiş durumda."

Aden alık bir ifade ile bugünler geçecek mi yoksa daha yeni mi başlıyoruz diye düşünerek bu gidişin nereye varacağını anlamaya çabalarken Zeynep anlatmaya devam etti. "Roma Hipodromu gibi kaybolup gitmiş birçok tarihi yapıyı aslına uygun bir şekilde yeniden inşa edeceğiz; Milyon Taşı ve Ayasofya gibi yapıları da restore edeceğiz hikâyesiyle Sultanahmet Meydanı gibi paha biçilmez bir bölgeyi parsellediler."

Aden burada neler döndüğünü anlamakta zorlanmadı. Babası sayesinde işadamlarının tarihi yarımada ile ilgili ne gibi planları olduğunu, buranın onların iştahını nasıl kabarttığını az çok biliyordu. Şaşkınlığının sebebi işlerin bu kadar hızlı ilerlemesi ve depremin üzerinden henüz beş hafta geçmesine rağmen almış oldukları mesafenin büyüklüğüydü.

"Bölgeyi zorla boşalttırıp bizi postalamayı çözüm olarak gördüler ve direnenlerin üstüne polis gücünü saldılar. Dipçiklerle, coplarla insanları Sultanahmet Meydanı ve Ayasofya'dan çıkardılar; ama şükürler olsun ki Gülhane Parkı'na giremediler. Tabii bu direnişin başarısıydı. Şimdi beni anlıyor musun direnişimiz bizim polisimize karşı değil, depremi fırsat bilip de yarımadayı talan etmeye çalışan işadamlarının güdümündeki paralı askerlere."

İsyanları bastırmaya gücü yetmeyen çevik kuvvet apar topar kaldırıldıktan sonra yerine kurulan itaat kuvvetlerinin yeni polisleri çok gaddardı, Aden Kadıköy'deki birkaç olayda buna bizzat şahit olmuştu. Sultanahmet Meydanı'ndaki depremzedelerin çadırlarını söküp, derme çatma barakalarını yıkarken kimsenin gözünün yaşına bakmadıklarını duymuştu ama bunun isyanları had safhaya çıkardığını ve olayların boyutunun nerelere vardığını burada öğreniyordu.

"İyi ama imara açılacak olan yeşil alanların ve tarihi eserlerdeki tadilat projelerinin ihaleleri daha bitmemişti ki nasıl böyle birdenbire gelişiverdi olaylar anlayamıyorum."

"KHK'lerden haberin yok herhalde," dedi Zeynep. Aden cumhurbaşkanının depremde ölmesi üzerine başkan yardımcısının onun yerine geçip geçici cumhurbaşkanı olduğunu ve göreve gelir gelmez olağanüstü hâl ilan ettiğini biliyordu. Fakat ülke yönetimini ele geçiren yeni başkanın seçime kadar ülkeyi KHK'lerle idare etme yetkisine sahip olmasının nasıl bir facia olduğunu yeni öğreniyordu.

"Seçime kadar görev yapacak cumhurbaşkanının dışardan atadığı bakanlara baksana, hepsi de iş dünyasının tanınmış simaları," dedi Zeynep. "Seçimle hiç ilgisi olmayan icraatlara girişiyorlar. Artık ihale falan da yapılmıyor, cumhurbaşkanın emirlerine bakılıyor. Adam kimi işaret ederse iş ona veriliyor. İşte bu yüzden rant bölgesinde ayakaltında dolaşacak depremzede görmek istemiyorlar, bütün mesele bu."

"Yemin ederim sırf meraktan yaşıyorum artık," dedi Aden. "Acaba kalan yıllarda ne olacak diye." Aden'e korkunç bir şaka gibi gelmeye başlamıştı olanlar. Bunları da görecekmişiz meğer, ben nasıl bir dünyaya adım atmışım böyle diye aklından geçirirken başını şaşkınlıkla salladı ve saçları yine öne düştü.

Gülhane'ye yaklaştıklarında Aden'in gözüne çarpan ilk şey parkın etrafını kale gibi çeviren surlar oldu. Sultanahmet kapısından parka girdiklerinde nutku tutuldu. Burası düne kadar kaldığı Yoğurtçu Parkı'na hiç benzemiyordu. "Gülhane nasıl bu kadar doğal kalabilmiş? Şuna bak her taraf yemyeşil."

"Ne yazık ki buraya da göz diktiler," derken sesi düştü Zeynep'in. Çevreye baktığında ilk kez görmüş olmasa da içi cız etmiş gibiydi. "Kepçeler yakında buraya da girecek," diyerek Zeynep sözlerine devam etti. "Depremden önce Gülhane Parkı resmi olarak korunan, bırak inşaat yapmayı, bir çivi bile çakmanın yasak olduğu SİT alanlarındandı. Bu sayede ağaçlara ve bitki örtüsüne zarar gelmedi ve betonlaşan şehrin ortasında doğanın hüküm sürdüğü yemyeşil bir yer olarak kalabildi. Maalesef yeni cumhurbaşkanı akıl almaz bir KHK ile burası da dahil olmak üzere tüm tarihi yarımadayı koruma alanı olmaktan çıkardı. Gülhane Parkı'nın yüz altmış üç dönümlük alanını da ekleyerek, Topkapı Sarayı'nı dünyada eşi benzeri görülmemiş büyüklükte yeniden inşa edeceklermiş. Bunlar insan değil," diyerek yanıtladı Zeynep. "Tüm bu bölge artık büyük bir betonlaşma tehlikesi altında."

"Nasıl olur? Ben projenin bu kadar korkunç olduğunu bilmiyordum." Babasının anlattıkları çok farklıydı, ona inanarak İstanbul'a karşı babasını savunmasının ne kadar büyük bir hata olduğunu bir kez daha anladı. "Babam bana eksik anlatmış," diyen Aden duyduğu suçluluğa daha fazla dayanmayarak kimin kızı olduğunu itiraf etmek zorunda kaldı.

"Baban da bu işin içinde miydi?" diye sordu şaşkınlık geçiren Zeynep.

Annesi ve kardeşinin de ölümünden sorumlu olan babasına karşı hukuk mücadelesine girdiği için Savaş'ı bulmak istediğini söyledikten sonra babasına karşı neler planladığını açık açık anlattı. "Onu neden hapislerde çürütmek istediğimi anladın mı?"

"Seni çok iyi anlıyorum," dedi Zeynep. "Bu adamların amaçları tarihimizi satmak, bu yüzden herkesten gizli hareket ediyorlar, demek ki gerçekleri ailelerinden bile gizlemişler. Zaten böyle kötü niyetler taşıyan bir projeyi öncelikle ailelerinden gizlemek zorundalar. Saray için parka ihtiyaçları var. Eski İstanbul Projesi kapsamında Roma Hipodromu gibi tarihin karanlığına gömülmüş birçok eserin yeniden inşa edilecek olmasına ben kafayı çok takmıyorum, ancak Gülhane Parkı'na yapılacak olanlar kabul edilemez."

"Peki, onları kim durduracak Zeynep?"

"Retçiler direnişteler, aynı zamanda depremzede direnişçileri de bir şeyler yapmaya çalışıyor; ama işadamlarını durdurmak çok zor Aden. Baş edebilirler mi bilmem. Sanırım gücümüz yetmeyecek."

"Eğer babam burada yaşanan son gelişmeleri öğrendiyse kesinlikle içerde çıldırıyordur. Tüm bu talan ve yağmadan ben nasıl uzak kalırım diye kafasını duvarlara vura vura kendini parçalıyordur şimdi," diye acı acı gülümserken birden ciddileşti. "Demek ki göz göre göre yarımadayı yağmalayacaklar ha!"

"Bunlar buz dağının sadece görünen kısmı Aden. Burada oldukça farklı bir dünya bulacaksın." Sözleri, gerisini sen düşün kıvamındaydı. Başını ona doğru çevirip devam etti. "Şimdilik bunları bir tarafa bırakalım ve sana kalacak bir yer ayarlayalım. Aslında müzede kalabilirsin ama şunu hemen belirteyim," dedi yüzünü buruşturarak. "Dün gece orada kalan bir kız daha kayboldu. Üstelik müzede ortam berbat derecede kalabalık ve koğuş usulü kalınıyor."

Surat ifadesi istemsizce Aden'in de yüzüne yansımıştı. "Koğuş düzeni mi?"

"Yine de bu şartlarda daha iyisini bulamazsın. Prefabrik evler yapılıp Geçicişehir'e taşınana kadar idare etmek zorundayız," diye devam edip çizdiği siyah resmi yumuşatmaya yarayacak fırça darbeleri dokundurdu.

"Çadırda kalacağımızı söylemiştin," derken rengini seçemediği bir fırça darbesi de Aden attı. "Ben depremden beri hep çadırda kaldım. Alıştım sayılır." Sırt çantasını işaret edip, "Hem bunca zımbırtıyı buraya kadar boşuna taşımadım," dedi.

Zeynep gülümser gibi olmuştu ama saniyelik... Aden onun aklına ne geldiğini, çenesinin neden kasıldığını merak etti. "Bak, söylemedi deme. Akşamları çadırların olduğu yerler çok karanlık oluyor," diye uyardı Zeynep. "Yani hiç tekin değil."

İçi korkuyla titredi Aden'in. Karanlıktan korkusu azalmıştı ama hâlâ tam olarak geçmemişti. Sırt çantasında bu yüzden ışıldak taşıyordu. Yine de "Boş ver," deyip elini salladı. "Benim hayatım kararmış, kalacağım yerde ışık olsa ne olur, olmasa ne olur?"

"Parkın nasıl bir yer olduğunu öğrenene kadar dikkat etmelisin," dedi Zeynep sesine yansıyan hırçın tondan Aden'in onu kızdırdığı rahatlıkla fark edilebiliyordu. "Buraya geldiğimden beri siren seslerini duymadığım bir gün bile olmadı," diyerek Aden'in dikkatli olması gerektiği konusundaki ısrarını sürdürdü. "Her gün mutlaka bir olay oluyor, geceleri bağrışmalar hiç kesilmiyor. Burada özellikle senin gibi dikkat çekici kızları rahat bırakmazlar."

Bildiriler, broşürler havada uçuşuyordu. Her taraf ağaç gövdelerine iplerle bağlanmış "Dik dur, eğilme; haksızlığa karşı çık..." gibi sloganların yazılı olduğu pankartlarla doluydu.

"Dediğin kadar varmış, park ne hale gelmiş böyle?"

Biraz ilerlediklerinde daha farklı insanlar çıktı karşılarına. Bir grup genç, kütüphanenin bahçesinde ateş başında oturmuş, gitar çalıp şarkı söylüyor, az ilerisindekiler de keman çalıyordu. Müziğe, dansa ve eğlenceye bir diyeceği yoktu ama ellerini kollarını açıp, bağıra çağıra konuşan ve şakalaşanlardan bazılarının elinde alkollü içecek vardı ve hemen hemen hepsi de sigara içiyordu. Yüzünü buruşturmadan edemedi. Zeynep'in dediği kadar vardı, Gülhane çok değişmişti. Her çeşit insanı barındıran parkın hiç tekin bir yer olmadığı daha ilk bakışta anlaşılıyordu. Her an sataşacakmış gibi süzüyorlardı onları. Ortama alışkın olan Zeynep kendinden çok, Aden için endişelenmiş olmalı ki adımlarını hızlandırdı, onu da acele etmesi konusunda uyardı. Aden uzaklaşırken arkalarından baktıklarından emindi.

"Kısacası parkın bu tarafında her çeşit insan var. Dikkat edeceksin, yoksa başın belaya girer. Neyse ki biz Sarayburnu sahiline bakan tepede kalıyoruz, orası bu kadar tehlikeli değil."

Ortamın merak uyandırmadığını söyleyemezdi. Her taraf göz alabildiğine çadırlarla kaplanmıştı; ama ne çadırlar. Üzerlerine iliştirilen kartonlardaki ilginç yazıların hemen hepsi yüksek bir zekânın ürünüydü. Biraz yavaşlayıp birkaçını okuduktan sonra içindeki merak önlenemez bir şekilde arttı. Esprilerin çoğunu gülümseyerek ve keyifle okuyordu ki gözü bir dövme ustasının çadırındaki iş ilanına takıldı:

"Zen Kaçıklarının Tattoo'sunda Çalışıp Beyazın İçindeki Siyah Noktanın Sırrını Dövmek İster Misiniz?"

Sadece iş ilanı değildi muhteşem olan, dövme çadırının bezine işlenmiş figürler de birbirinden ilginçti. İncelerken gözü bir anda parkın ortasındaki kuyruğa takıldı. İlk başta yemek sırası zannetti ama başka bir şeydi. Gözü sıranın önündeki masada oturan gruba kaydı ve tanıdık bir karede duraksadı.

İstanbul!

Aden'in duraksadığını fark eden Zeynep, "Ne oldu?" diye sordu.

Aden İstanbul'u bu kadar çabuk görebileceğini hiç ummuyordu. Heyecanını gizlemeye çalışarak, "İş ilanı çok ilginçmiş," dedi.

"Ha o ilan mı?" diye gülümsedi. "Merve ilginç bir dövme sanatçısıdır."

Zeynep'i dinlerken bakışları tekrar İstanbul'a kilitlenmişti. Ne olmuş buna böyle diye aklından geçiriyordu. Baştan aşağı farklı biri olarak karşısına çıkıvermişti. Kirli sakal, dağınık siyah saçlar ve salaş giyimin ona yakıştığını kendine itiraf etti. Bu sırada uzun bacaklı bir afet yerinden kalkıp İstanbul'un oturduğu masanın yanına gitti ve kur yapacağım diye ayaküstü göğüslerini adamın gözüne soktu. Aden şaşkınlık geçirdi, üstelik bundan çok rahatsız oldu.

İstanbul ayağa kalkıp kadınla birlikte arka taraftaki merdivenin olduğu yere gitti. Basamaklara oturdu kadın da onun kucağına.

"Oha! Neler oluyor ya?" diye mırıldanmaktan kendini alıkoyamadı.

"Bir şey mi dedin Aden?"

"Hayır, hayır. Pes doğrusu."

"Ne?"

"İlandaki işten bahsediyorum, bu işe ihtiyacım var. Şartları neymiş, öğrensem hiç fena olmaz."

"Acelesi yok, dedim ya Merve bizden. Ben onunla konuşurum."

İstanbul yanındaki kadına sanki kendi kaburgalarından yaratılan Havva'ymış gibi bakıyor, buna rağmen gıkı çıkmayan kadın kendisine çapkın bir gülücük bahşeden İstanbul'a samimi karşılıklar veriyordu.

"Resmen kepazelik!" diye mırıldandı Aden.

"Bir sorun mu var?" dedi Zeynep.

İstanbul, kadının ağzındaki sigarayı dikkatlice aldı ve külünü savurup birkaç nefes üst üste çekti. Özgüvenini gösteren bir şekilde dumanı üfledikten sonra sigarasını yere atıp başını kaldırdığında Aden'le göz göze geldiler. İstanbul sanki hayal kırıklığına uğramış gibi bakıyordu. Aden İstanbul'un bakışlarındaki düşmanlığın anlamını çözmeye çalışırken Zeynep sonunda dayanamadı ve dirseğiyle onu sert bir şekilde dürttü.

"Aden sen neye bakıyorsun öyle?" diye sorduktan sonra çenesini sıvazlamaya başladı. "Hem de en olmadık adamla... Bana bak, ne işler çeviriyorsunuz siz?"

"Saçmalama ya," diye itiraz etti Aden. "Ne işi çevirecekmişiz?" Bakışları yeniden İstanbul'a gitti.

"Ee, ne diye bakışıp duruyorsunuz ya şununla?"

"Sana söyleme fırsatım olmamıştı ama biz aslında onunla kurtarma ekibimiz kurulmadan önce tanıştık, daha doğrusu depremden sonra içinde mahsur kaldığım AVM'den beni o çıkardı. Birkaç dakika sonra da AVM'nin tuzla buz olduğunu biliyor muydun?"

"Nasıl yani, İstanbul'un senin hayatını kurtardığını mı anlatıyorsun bana?"

"Evet, neden şaşırdın ki? Biliyorsun, o gece Gümüşlük Caddesi'ndeki enkazlardan tam dört kişiyi daha çıkarmıştı."

"Aman bırak şunu ya. O adamları nereden bulup getirdiği bile muamma. Ben İstanbul'un deprem gecesinden beri insanların başına bela açmak dışında bir şey yaptığını görmedim."

Zeynep'le İstanbul'un yıldızlarının pek barışmadığının felaketin yaşandığı geceden zaten biliyordu Aden. Bu yüzden konuyu değiştirmek istedi. "Zeynep nedir bu böyle, bunca insan neden sıraya girmiş?"

"Retçiler, bir protesto grubudur."

"Neyi reddediyorlar?" diye sordu Aden. "Aa! Savaş da orada."

"Aden orada kim yok ki Allah aşkına," diyen Zeynep yeni mezunundan mühendisine, öğretmenine kadar her kesimden insanın alternatif yaşama başvurmak için orada sıraya girdiğini anlattı. "Sokak müzisyenleri, yazıp çizenler, şairler, ressamlar orada toplanıyorlar; ama tabii hepsi de amatör. Kimi sanat ve felsefe köyü kuracağız diyor, kimi ekolojik bir topluluk. Depremin ilk haftası tamamlandığında buralar çok karışıktı, İstanbul o karışıklıkta kendilerine Retçiler diyen bir kısım depremzedeyle birlikte parktaki kütüphane binasını işgal etti, o tarihten beri de orada kalıyorlar. Bugünlerde de olayı iyice abarttılar, görüyorsun işte Retçilerden biri olup kütüphanede kalabilmen için mülakata girip seçilmen gerekiyor."

"Yani İstanbul sürekli adam mı topluyor?"

"Evet, öyle de denebilir."

Sıradakilere göz gezdirince şaşkınlığı iyice arttı. Bazıları takım elbise giymiş, işi gücü yerinde görünen, bir o kadar da isyankâr tavırlarıyla dikkat çeken adamlardı. Kadınların çoğunun giyimi kuşamı yerindeydi. Kendisi gibi üniversite öğrencisi olduğu anlaşılan genç kızlara takıldı gözü. Düzgün fizikleriyle yırtık kotları üzerlerinde gayet iyi taşıyan o kızlara göre daha olgun bir duruş içinde olduğunu düşünerek kendini avutmaya çalıştı. Üstüne başına daha dikkatli baktığında ise düz mavi kotu ve beyaz kazağıyla yanlarında Rahibe Teresa gibi kaldığına hükmetti.

"Vay be! Demek kütüphaneyi işgal ettiler ve orada yaşıyorlar," dedi şaşkınlığını gizleyemeyerek. "İtiraf etmeliyim ki Gülhane'nin içinde kütüphane olduğunu daha yeni öğreniyorum."

"Aslında orası Osmanlı'dan kalma tarihi bir yapı," dedi Zeynep. "Padişahlar alay törenlerini buradan izlediği için eski ismi Alay Köşkü'ymüş. Alternatif hayat kurduğunu iddia eden İstanbul orayı işgal etmeden önce ise Ahmet Hamdi Tanpınar Kütüphanesi olarak kullanılıyordu."

"Demek lafta kalmadı, dediğini yaptı."

"Ne demişti ki?" Aden'in cevap vermediğini görünce, "Ondan uzak dursan iyi edersin," diye uyarmadan edemedi ve onun hakkında bildiklerini anlatmaya devam etti. "Çok çapkın biri, şu an ona kene gibi yapışan, kısacık şort giymiş şu kadın var ya, muhtemelen yarın İstanbul'un yüzünü bile göremeyecek. Yalnız harbiden de güzelmiş, öyle değil mi?"

Kadının kusursuz bir vücudu vardı, İstanbul'la ikisi yan yanayken Aden'e katalog çekimi yapan manken izlenimi vermişlerdi. Kadının sürdüğü fondötenle bir binanın dış cephesinin rahatlıkla kaplanacağını düşünen Aden'in yüzüne alaycı bir gülümseme yayıldı. Tabii bu çok uzun sürmedi, kadın tırnaklarını İstanbul'un kolunda gezdirmeye başlayınca Aden'in gülümsemesi sona erdi.

"Arada makyaj malzemelerini yiyip biraz da iç güzelliği yapsa hiç fena olmazdı."

Zeynep kahkahayı basınca İstanbul'un üzerine diktiği bakışlarının nedensizce daha da sertleştiğini fark etti Aden.

Zeynep uyarılarına devam etti. "Adam en güzel kadınları köşkünde topluyor ve aynı hatunla bir gece daha takılmıyor. Daha ne diyeyim sana?"

"Vay, vay! Konstantinopolis'ten dönme bilmem kaçıncı Sultan hazretleri, demek buralarda kendine harem kurdu ha." Bunları zikrederken güvenlikçilere bile silah çekip ateş ettiği aklına gelince dudak büktü. "Gerçi niye şaşırıyorsam; ondan her şey beklenir."

"Aman neyse fazla oyalandık," dedi Zeynep. "Acele etmemiz gerekiyor. Çünkü yasak bölgenin boşaltılması tantanası yüzünden buraya korkunç bir göç başladı. Her yeri istila ediyorlar. Sana ayırdığımız yeri kaptırmamak için dünden beri nöbet tutuyoruz."

Oradan ayrılırken göz ucuyla İstanbul'a baktı. Sırnaşık kadın, ilgisini çekmeye çalışıyordu ama onun bakışları Aden'deydi. Zeynep başını sağa sola sallayıp arkadaşının sırt çantasını yeniden yüklendi. Ardından imalı bir sesle son uyarısını yaptı. "Şuna sakın yüz verme Aden, sonra çok uğraşırız ikimiz de."

"Hiç öyle bir şey yapar mıyım?" Hınzır bir şekilde gülümseyip koluna girdi. "Gel Zeynep kardeş, sana ateşle nasıl oynanır, öğreteyim," dediğinde yaptığı ironiye ikisi birden kahkahayı bastı.

Çadır kuracakları yere doğru yürümeye başladıklarında Aden'in sırtında hissettiği bir çift göz bir müddet daha yerini belli etmişti. Yaşadıkları sıra dışıydı ve kendi çabasıyla her geçen gün daha da içinden çıkılmaz bir hâl alıyordu. Çok yakında o delici bakışlarıyla karşısına dikileceğinden emindi; çünkü Aden onun neden bir ordu kurduğunu ne kadar merak ediyorsa İstanbul da onun bildiklerini kimseye anlatıp anlatmadığını bir o kadar merak ediyordu.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

16-Takas Kütüphanesi

16 Takas Kütüphanesi Kısa zamanda parktaki insanlarla tanışıp kaynaştı ve arkadaşlarına ufak tefek dövmeler yapmaya başladı. Aden'in ilk denemelerinde iyi işler çıkardığını gören Merve, ücret karşılığında dövme yapmaya başlayabileceğini söyledi ve hangi modelleri yapabileceğini katalogdan tek tek gösterdi. Müşterilerin istediği modeller Aden'in yapabileceği tarzda değil ise Merve'ye haber veriyor, ustası akşamları çadıra gelip geç saatlerde de olsa o müşterilerin dövmesini yapıyordu. Ne var ki müşteri sayısı çok azdı, Aden hiç para kazanamıyordu. Parasızlık canına tak edince sabretmek zor gelmeye başlıyor, 'Buradaki insanların dövme yaptıracak hali mi kalmış, hangi akla hizmet bu işe girdim' diye kendine kızıyordu ama çadır kentte dövmecilik yapılmayacağını bile bile sırf mesleği öğrenmek için işe başlamıştı ve o anlamda işler tahmin ettiğinden daha iyi gidiyordu, çünkü öğreniyordu. İşinin en iyi tarafı ders çalışmasına engel olmamasıydı. Buna rağmen doğru düz

14-Çarpışma

14 Çarpışma Sosyal Tesisler, Gülhane Parkı Aden Sabahın erken saatlerinde çadırın fermuarını açıp Aden'i uyandırdı. "Günaydın uykucu." Oldukça dinç görünen Zeynep gülümsüyordu. "Günaydın," diye mırıldandı. Güne bu kadar erken başlamaya alışık değildi. "Çok erken değil mi?" "Acele etmeliyiz, birazdan kuyruk başlar." "Ne kuyruğu?" "Kahvaltı tabii ki hadi, biraz hızlı ol." Daha ilk sabahtan uyumsuz görünmemek adına ona hayır demedi ve uyku tulumundan çıktı. Kucağındaki defter ve kalem yere düşünce, "Ne kadar kalın bir defter," dedi Zeynep. "Ne var bunun içinde?" "Önemli şeyler değil." Aden defteri kitapların altına sıkıştırdıysa da Zeynep oradan çıkarıp eline aldı ve kapağını incelemeye başladı. "Günlük mü tutuyorsun?" "Hayır, günlük değil." "O zaman bakmamda sakınca yoktur herhalde." Aden onay verdiğini gösterircesine başını salladığında de

Yarım Adam Romanı Önsöz ve Arkakapak

YARIM ADAM (ARKA KAPAK) Binalardan kaçanların toplandığı Taksim Meydanı mahşer yeri gibiydi. Aden ve İstanbul kalabalığın arasında artçıların geçmesini bekliyorlardı. Kandilli Rasathanesi elli beş saniye süren depremin merkez üssünün İstanbul, şiddetinin yedi virgül beş olduğunu açıklamıştı. Tarihe 2 Nisan İstanbul depremi olarak geçecekti... Deprem modern dünyayı yerle bir ederken Aden'in uyutulduğu taştan beşiği devirdi. Vahşi doğa tarafından yıkılmış, binaları yangın alevlerince yutulmuş, ölümün kol gezdiği İstanbul'da gerçeğin karanlık yüzüne doğru yaptığı yolculuk onu dehşet verici yerlerden geçmek zorunda bıraksa da korkunç bir kâbustan uyanmasını sağladı. Ama hakikati yaşayabileceği yeni bir hayata gözlerini açtığının henüz farkında değildi; çünkü elli beş saniye; yaşadıklarını anlayabilmesi için çok kısa, kaosla tanışmanın şiddetine dayanabilmesi içinse çok uzundu. İstanbul sarsıcı bir filozof ve karanlık bir şairin bedeninde ete kemiğe büründü. O, özgürlük atmosf